Ege ile Akdeniz’in birleştiği yerde pek çok medeniyetlere ev sahipliği yapmış Kaş ilçesinin cennet koyu ‘Kalkan’ Beldesinde, muhteşem mimarisi ve peyzajı ile Patara Prince Hotel & Resort’un mimarı ve kurucusu Y. Mimar Turhan Kâşo, bu sefer farklı bir geceye ev sahipliği yaptı.
“Mimariyi hokkabazlık ve tiyatral görünümlere soktular..”
Röportaj: Hatice Ünal Bilen / Fotoğraf: Garo Miloşyan
“MİMARLIK, İMAR ETMEK, MAMUR ETMEK, ŞENLENDİRMEK, BİR YAPI ORTAYA KOYMAKTIR. BUGÜN MİMARİDE KOPYA BİNALARIN YARATILDIĞINA ŞAHİT OLUYORUZ”
Türkiye’de turizmin yapısal değişim ve gelişim gösterdiği 1980’li yıllar aynı zamanda mimarinin de yükseliş dönemi. O yıllarda birçok yeni yatırım farklı tasarım ve konseptleriyle turizm mimarisine adını yazdırdı. Continue reading
Patara Prince’te Aria’lı Geceler
Şimdiye kadar gerçekleştirdiği pek çok projesinde, Coğrafyası içinde yaşadığı Roma, Türk ve Yunan medeniyetlerinden kesitler, hattâ sentezler sunan Turhan Kâşo, yıllar yılı mimari alanda gösterdiği üstün başarıların yanı sıra, kültürel alanda da çalışmaları ile adından övgüyle bahsettiriyor.
Kalkan’ın İtalya’ nın Cupramontana kardeş şehir programları çerçevesinde büyük emeği olan ve İtalyanın dünyaca ünlü Sopranolarından Dragana Moles ve eşi Maestro piyanist Daniele Moles’in, davetlileri olarak gelişi onuruna Patara Prince Yönetim kurulu başkanımız Yüksek Mimar Turhan Kâşo ve eşi Zulal hanım Patara Prince’in Antik Agora Meydanında eşsiz bir davet verdiler. Gecede İtalyan Büyükelçisi Sig. Carlo Marsili ve eşi Selva Marsili, ve bir çok üst düzey davetli bir araya geldi. Moles çiftinin bir saati aşkın muhteşem performansları gece boyunca ayakta alkışlandı.
Çıplak bir Ege kasabası

Tuğrul Şavkay / Hürriyet
İLGİNÇ BİR DAVET
Doğrusunu söylemek gerekirse, Turhan Kaşo ısrarla arayıp beni neredeyse zorla kolumdan tutup Kalkan’a götürmeseydi bu yazının yazılması mümkün olamazdı. Çünkü yıl içinde, işim gereği, çok geziyorum. Hele her yurtdışı seyahatimin neredeyse bir haftayı bulduğu düşünülürse, içimden ayrıca tatil yapmak pek gelmiyor. Bir de öyle güneşin altında yatarak geçirilen tatillerden pek hoşlanmıyorum. O yüzden bu tür davetleri hep kulak arkası etmek eğilimindeyim.
Yine de yeni yerleri görmenin ayrı bir çekicilik taşıdığı inkar edilemez.
Kalkan’a bundan yirmi yıl önce gitmiştim. O zaman kıyı yolu daha yeni yeni açılıyordu. O geziden fazla izlenimim kalmamış. Yalnız bu tepelere sırtını vermiş küçük şirin kasabayı zihnimin bir köşesine yazmıştım.
On yıl sonra bir arkadaşım Kalkan’ın ilk oteline müdür olunca bizi davet etti. Büyük bir grup halinde buraya yeniden gittik. Cümbür cemaat iyi eğlendik. O zaman da çevreye alıcı gözle bakmadığımı şimdi anlıyorum.
Bu kez Kalkan için beni özel bir yazı yazmaya sevkeden dürtü ise bambaşka. Burası benim çocukluğumu geçirdiğim Ege kasabalarından pek farklı değil aslında. Yani bu coğrafyaya yabancı sayılmam. Benim için ilginç olan, Kalkan’ın bu özelliğini 2001 yılında bile önemli ölçüde korumayı bilmiş olması.
Sakın bu tespiti hafife almayın. Çünkü turizmin çekiciliğine kapılamayan böyle çok az yer var Ege kıyılarında. Sözgelimi 1950’li yıllarda Kuşadası tütün, zeytin ve bağcılıkla uğraşan küçük ve bir o kadar da şirin bir kıyı kasabasıydı. Binlerce yıllık geçmişe gözlerinizle tanık olur, neredeyse ellerinizle tutabilirdiniz. Bedri Rahmi’nin mısrasıyla söyleyecek olursam, şimdi ‘benim (o) dünyam paramparça’! Sanki ‘büyük bir ayna kırılmış, kırılıp yere dökülmüş, kainat içine düşmüş, düşmüş ama paramparça’. Hoyrat bir elle biz bütün o güzellikleri bir daha kavuşmamak pahasına, yok ettik. Bu sürecin tanığı olmaktan duyduğum ıstırabı anlatmakta güçlük çekiyorum.
Kalkan böylesi bir felaketten kendini bugüne kadar korumayı başarmış. Orası hala bir balıkçı ve zeytinci köyü. Çekiciliği de büyük ölçüde buradan geliyor.
BİLİNÇLİ YATIRIMCILAR
Böylesi bir başarıda Kalkanlılar kadar buraya gelen yatırımcıların payı da büyük. Turhan Kaşo’nun villalar ve butik oteline denizden baktığımda bunca yapıyı doğanın içinde kaybetmiş olmasını Hudini’nin sihirbazlığına benzetmekten kendimi alamadım. İnsanı büyük bir mimar yapan böylesi duyarlıklar demek ki. Club Patara, doğayı seven gezginlere neredeyse bir ana kucağı sıcaklığı sunmakta. Buna bir de işletmecilikteki özeni ve en iyiyi sunma gayretini de eklerseniz ortaya adeta bir düşsel mekan çıkıyor.
Kalkan’ı seçen diğer yatırımcılarda da aynı duyarlık mevcut. Sevgili dostlarım Levent Dilmaç ve Kasım Zoto’nun da aynı duyarlıkta insanlar olması acaba basit bir rastlantı mı? Hiç sanmıyorum.
İşin bir başka ilginç yanı, Stephen Solarz gibi çok ünlü Amerikan politikacılarının da Kalkan’ı benimseyip burada ev sahibi olmaları. Bu küçük kasabada rastladığım üst düzey İngiliz ve Amerikalı turistlerin varlığı da benzer duyguları onların da paylaştığının bir başka göstergesi. Hele New York Times’da Douglas Frantz’ın buraya ilişkin geniş kapsamlı yazısını okuyunca bu görüşüm daha da pekişti. Bozulmamış güzelliklerin, çıplak doğanın, üst düzey bir ağırlama endüstrisinin takdir görüyor olması beni Türkiye’nin turizm geleceği açısından yüreklendirmedi desem yalan olur.
Bu yıl yaz tatilimi böyle bir yerde geçirmiş olduğum için kendimi çok şanslı sayıyorum. Gelecek yıl tatilimi, hiç olmazsa bir kısmını, mutlaka yine bu güzel Ege kasabasında değerlendirmek kararıyla döndüm Kalkan’dan. Umarım yine aynı otantik, insanı sarıp sarmalayan büyüsünü yitirmemiş bu yerde aynı güzel düşleri yaşarım. Böyle söylüyorum, çünkü biz Ege’nin büyüsünü bir çok yerde hoyratça bozduk. Bırakalım bari bu düş yerli yerinde kalsın.
KALKAN PAZARI
Bir Perşembe günü sabahı Turhan Kaşo bizi Club Patara’dan motorla birkaç dakikalık uzaklıktaki köye götürdü. Kalkan’ın pazarını gezdik. Küçük ve ince mor patlıcanları, kıpkırmızı güzelim domatesleri, her biri birbirinden çekici yerel zeytinleri ve yüksek asitli ama bir o kadar hoş bölgesel zeytinyağlarını görüp tattık.
Pazar yerinde en çok ilgimi çeken o saatlerde gezenlerin tamamına yakının yabancılar olmasıydı. Satıcılar da, aralarında anlaşmış gibi, İngilizce bağırıyorlardı. ‘Come, come, cheaper than Jennifer Lopez’ (Gel, gel, Jennifer Lopez’den daha ucuz) sözlerine pek anlam veremediysem de satıcılarla İngilizce konuşup pazarlık eden İngiliz ve Amerikalılar dikkatimden kaçacak gibi değildi.
Kalkan pazarında gördüğüm yerel peynirleri benim gibi tatmanızı isterdim. Bir de koyun ve keçi yoğurtlarının tadına bakmaktan kaçınamadım. Nasıl derseniz, Türk insanının inanılmaz pratikliği sayesinde oldu bu tadım. Yoğurt satıcısı bakışlarımı okumuş gibi bana ikramda bulunmak istediğini söyledi. Ama neyle? Pazar yerinin ortasında tabak, çatal, kaşık nereden bulunsun? ‘Nasıl olacak?’ diye sorduğumda gülümsedi. Küçük naylon torbaların içine her yoğurttan ayrı ayrı koydu. Torbayı alt tarafından hafifçe enlemesine bıçakla kesti. Kesik yeri ağzımıza tutup torbanın üzerinden sıkarak yoğurdu sanki koyunun veya keçinin memesinden emiyormuşcasına azar azar tattık. Keçi yoğurdunun müthiş lezzetli olduğunu hemen söyleyeyim. Ama keskinliği de bir o kadar çarpıcıydı. Yoğurtçu ise bunu da düşünmüş. Bana koyun ve keçi yoğurtlarından oluşan bir karışımı önerdi. İşte bu muhteşem bir lezzetti.
Kalkan pazarında bulup Club Patara’da cömertçe sunulan yerel lezzetleri hala hatırladığımı söylesem sakın abarttığımı düşünmeyin. Yerel yiyecekler ne de olsa bu coğrafyanın ayrılmaz bir bütünü. Kalkan’a gelen yabancıların bu güzellikleri de göz ardı etmediğini görmek beni çok sevindirdi.
Patara Prince Turizm Bakanlığı tarafından “Özel Konaklama Tesisi” olarak taltif edilerek belgelendirildi.
Kemer’in dünyaca ünlü tesisi Patara Prince,Turizm Bakanlığı tarafından “Özel Konaklama Tesisi” olarak belgelendirildi. Konu ile ilgili olarak Patara Prince yönetiminden şu açıklama yapıldı:
“Bir Akdeniz Klasiği olarak tanımlanan ; doğayla bütünleşen özgün mimari tasarımları , göz kamaştıran ünlü Patara Bahçeleri , turkuaz renkli mavi bayraklı denizi, Akdeniz’in muhteşem manzarası eşliğinde yenen , misafirlerinin damak zevkine hitap eden leziz yemekleri ve misafirlerinin kişisel tercihlerine uygun olarak hazırlanan kişiye özel hizmetleri ile Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından bundan böyle “Özel Konaklama Tesisi” olarak taltif edilmiş, belgelendirilmiştir. Gururumuzu tüm Patara severlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz.”
Güney Fransa
Milano Fuarı, Roma, Panteon ., derken İstanbul’ da o çok sevgili projelerimize kavuştuk., Açıkçası şu BlackBerry yi de yoğun kullanmaya başlayalı ne tasarımlarımdan, ne de inşaatlardaki faaliyetlerden “virgül” kadar uzak kalmadım., hem artık LapTop u da çok gerekmedikçe hep yanımda taşımam gerekmiyor ya., Anlayacağınız işlere – kalmadığımız yerden – devam ettik.
Şu aralar Arnavutköy’ de, Rum Vakfına ait bir binanın restorasyonunu sürdürmekteyiz: Koruma Kurulundan takdirle onay alan Projemizde eski, ama gerçekten harabe bir taş binanın kaba işlerini oldukça tamamladık. Ekim ayında hizmete girecek binada gerçekten çok iyi bir Toskana’ lı şef ve bir o kadar iyi yetişmiş eşini göreceğiz., Açıkçası İtalyan yemeklerine, pastalarına olan önü alınamaz ilgim içinde kendim yiyeceğim günü sabırsızlıkla bekliyorum., Herhalde sizlere hazırlık sürecinde mutfağın en büyük tadımcısı ben olacağım., umarım Şişman bir Mimarla karşılaşmazsınız.,
Bu tip projelerde eski eser -veya gelin o eski keyifli üslub çizgileri yaşatmak diyelim – , elde etmek ve günümüz gerçekten gelişmiş malzemeleri ile bütünleştirmek çok ciddi ele alınması gereken bir dikkat gerektiriyor. Zira bir taraftan da pratikliği, kullanışlılığı, hijyeni ve belki de önemlisi üst seviyede vizyona sahip tüketici kitlenin beklentilerini oldukça yüksek tutmalısınız., dikkatli olmalı ne eksik kalmalı ne de abartmamalısınız. Umarım çizgiyi kaçırmayız.,
Arnavutköy’ deki restorasyon inşaatı yanında bir taraftan da İstanbul’ a 50 km mesafedeki 60 dönümlük çiftlik arazisi içindeki 2500 m2 Villa ve diğer binaların projeleri, inşaat ve şantiye kontrolleri devam ederken, çok önceden yapılmış bir program için güney Fransa’ ya uçtuk.,
Güney Fransa’ nın sahilden yukarı bölgeleri, Dağlara yakın Rohn nehri ve çevresi Provance bölgesi en az yirmi yıldan bu yana planımızda olan bir seyahat idi. Fransız mimar arkadaşım Jack Avizou’ nun Kapadokya bölgesine olan merakı ve başarılı çalışmaları, kendisinin yaşadığı yer olan Albi’ ye olan merakım vs hep kafamda taşıdıklarımdı.
Nis havaalanından kiraladığım gıcır gıcır, seri araçtaki Navigasyon sistemi seyahatimiz süresince bize tüm adresleri gösterdi.” İlk durağımız uzun süre Kral René tarafından yönetilmiş olan Aix- En-Provence., Ünlü Fransız ressam Paul Cezanne’ ın doğduğu şehir, kaldığımız otel Pigonne, bahçeleri ve Gül kamelyaları ile ünlü. Tarihi, yaşanmışlığı, özellikle tabiata ve çevreye gösterilen özen, korumacılık anlayışı anlatılır gibi değil. Hürriyet meydanındaki Fontaine de la Rotondo heykellerle süslü., Sanat eseri Çeşmeler her yerde ve yaşama, toplum ergonomisene değerler katıyor, keyif veriyor.,
Daha sonraki navigasyonumuz üzerinde Pertuiz, Lourmarin, Bonnieux, Goult, ve sonunda Avignion., hepsini sıradan ve büyük seyir keyfi içinde geçtik., buralarda otomobil sürmek ayrı bir keyf., unutmadan; Tüm yolların birleştiği kavşaklatın hepsi de Dairesel., yani hiç Kesişme yok., ve öncelik hep, “dairede” sürmekte olanda., Navigasyondaki bayan size, Kaçıncısından çıkacağınızı dikkatle söylüyor.., kaçırmamalısınız…
Surlar içindeki Avignion., Uzun süre Papazlar tarafından idare edilen bu şehirde “Palace of the Popes” un inşaası otuz yıl sürmüş. Fransız Mimarlarınca projelendirilen yapının süslemeleri ve tüm tavan resimlerı İtalyan ressamlar, sanatçılarca gerçekleştirilmiş. Şehir içindeki ara yolları dolaşan lastik tekerlekli minik ve açık vagonlu tren ile yapılan turistik gezi Palace du Pope önünden kalkıyor. Aix En Provence’ de de yararlandığımız bu yöntem şehri gezmek için bire bir. Yine Rhoné nehrinin iki kolunu birleştiren, ancak yarısı günümüze kalmış Bénézet Köprüsü görülmeye değer.
Çoğunda olduğu gibi Malikaneden çevrilmiş, ağaçlar ve heykeller içindeki butik otelimiz Les Frenes Hosteleries’den çevredeki planladığımız ilk gezimiz, ortasından akan kanallardaki su Değirmenleri, Antikacıları ile ünlü.,L’ isle-sur-la-Sorgue’ da o gün yöre pazarı vardı,
Yola tırmanarak devamla ulaştığımız Vaucluse tepede, delicesine suların coştuğu bir küçük yerleşim noktası., Zamanında Şairler ve Romantik insanların uğrak yeri, ve aynı zamanda kağıt endüstrisinin olduğu bu hoş yerde, ördeklerin uçuşarak, adeta suların sahibinin kendileri olduğunu haykırdıkları noktada çok özel bir öğlen menüsü açlığımızı bastırdı.,
Haritadaki müteakip durağı navigasyonumuzda programladıktan sonra daha da yükseklere tırmanarak, o zamanlar Korunma amacı ile oluşturulmuş, tepedeki Kalesi Gordes‘ a ulaştık. 12. ci YY da Bertrand tarafından inşa edilmiş bu yapı ve çevresi adeta kartal yuvası gibi ve tüm çevreye tepeden bakıyor. Bir kahve içtiğimiz kafedeki bisikletçiler, özel kıyafetleri ile Hollanda’ dan gelmişlerdi.,, ve yollarına devam ettiler!..
Sıradaki Carpentras kenti, Memini Celt’ lerin başkenti. ve adını Celtik lisanında Karpenton’ dan alıyor., hani o Atın çektiği, iki tahta tekerlekli araba. Tarihi kentin özelliği, Fransa’daki Yahudilerin e yoğun olması ve çok iyi korunmuş olup, en eski Sinagog ( 1307 ) burada.
Ertesi gün hedefte Orange vardı. Romalılar’dan kalan Triumphal Arch ve içinde Augustus heykeli olan Tiyatro ve yanındaki Hipodrom kentin gerçekten ünlü yapıları.
Bu tarihi kent ve kasabaların sonrasında sırada hektarlarca alanlara kaplı Üzüm bağları arasından geçerek vardığımız Chateau Neuf du Pape bölgenin Şarap merkezi. Sempatik ve itina ile yapılaşmış bu merkezde çok çeşitli ve ünlü Şarap ve türlerini bulabilirsiniz.
Geriye dönüş yolu üzerindeki Navigasyonumuzda 1503 de Nostradamus’ un doğduğu yer olan Saint Remy de Provence oldukça şirin bir kasaba. O gün kapalı olduğundan gezemediğimiz Vincent Van Gogh müzesi yine burada. Tedavisi süresince bir çok resmini yaptığı yer., en önemlisi de kendi Portresi.
Les Baux de Prevence, yine tepelere tırmanarak ulaştığımız bu yüksek, kayaları üzerine kurulmuş bu tepede tamamı taş bir yapılaşma ve o zamanlar kentin savunması için oluşturulan askeri bir alana ulaşıyorsunuz. Dar ve yokuşlu ara sokaklar, tüm Provence’ dea ünlü olan, meyve şekerlemeleri, badem ezmesi satan dükkanlar gerçekten bir endüstri ve estetikleri de görülmeye değer. Lavanta, bal, zeytin ve bunlardan üretilen Sabunlar ve kremler çeşitli sunumlarda ve çok hoş.
Vadi içindeki özel bölgedeki iki yıldız Michelin Oustau de Baumaniere oteldeki muhteşem öğlen yemeği ve servisi inanılmaz bir sürpriz oldu. Sadece 18 odası olan bu çok Butik Otel ve hele de Butiği görülmeye değer. Çevredeki hektarlarca bağların sahibine ait olan bu otel tam bir hobby olarak hayata kavuşturulmuş gibi.,lakin mükemmel işletiliyor.,
Cannes istikametindeki navigasyonumuzda uğrağımız Salon de Prevence oldu., Nostradamus’ un müzesini ziyaret ve mumyası ile çektirdiğim resim hatıra kalarak yolumuza devam ettik, sonra ver elini Cannes , Otobandaki iki saatlik yol sonrası Martinez otelindeki odanız sizi tarihten bu güne, yaşama davet etmiş gibi. Ertesi gün içindeki Grass gezimiz artk biraz da turistik oldu ya.
Çocukluğum ve gençliğimin geçtiği Caddebostan ve Suadiye’ deki gibi plajlar, Kafeler, alışveriş ara sokakları vs aynen yaşamakta olan Juan Le Pins ve Les Antibes üzerinden, sahil yolundan ulaştığımız Nis havaalanında aracımızı teslim ettik. Cap de Antibes’ de o gün 1950 öncesi Ahşap Yelkenli teknelerin yarışı Regata vardı., görülmeye değer.,
Provence bölgesi seyyahatimdeki önemli izlenimim Fransızların da çevreye, doğaya akıl almayacak derecede saygılı davranmaları, korumaları oldu., Hani İtalya’ da Toskana bölgesi ile yarışırlar belki de., Ancak tabiatın, Ağaçların güzelliğini, Lavanta tarlalarının rengarenk dalgalanışını anlatmam zor.
Hatırlıyorum da 11 yaşımda iken geçirdiğim Nefrit rahatsızlığında tedavi sonrası program nedeniyle gittiğimiz ve bir kaç ay kaldığım Bursa’ nın Çekirge bölgesi, Uludağa çıkan yolun başı, devamdaki vadi vs nasıl da güzeldi., Yıllarca Kayak için çıktığımızda tabiat, çevre yine de öyle kalmıştı.,
Turhan Kâşo
4. Temmuz. 2010
Bebek
Taksiarhi Rum Ortodoks Kilisesi’nin eski fırını, Antica Locanda ile yeniden hayat buldu.
İstanbul’un Osmanlı döneminde yapılan en büyük Rum kiliselerinden Taksiarhi Rum Ortodoks Kilisesi’ne ait eski fırın binası Yüksek Mimar Turhan Kaşo yönetiminde bir yılı aşan restorasyonun ardından Antica Locanda’ya dönüştü.
Yüksek tavanı ile ve şık dekorasyonu ile Arnavutköy’e farklı bir atmosfer katan İtalyan restoranı giriş ve asma kattaki 50 kişilik alt salon ve 20 kişilik gruplara hizmet veren üst salon olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Antica Locanda’nın Kilise’nin bahçesine açılan küçük bir de teras alanı bulunmakta.
Tipik bir İtalyan lokantası gibi misafirlerini öğle ve akşam yemeği saatlerinde ağırlayan Antica Locanda, pazartesiden cumartesiye öğle 12:00-14:30, akşam 18:30-23:30 arasında servis vermekte. Antica Locanda Ağustos ayı boyunca kapalı olacak.
Argo – Saronic Islands
Yeşilköy Atatürk havalimanından THY nın tarifeli uçağı ile yaptığımız bir saatlik yolculuk sonunda Atina üzerinden ulaştığımız Pire şehrinde, Zea Marinadan, güney istikametine Poros Adası’ na 30 mil dümen tuttuk., Arkamızdaki, dik yamaçlar üzerinde kurulmuş Pire kenti adeta keskin beyaz hatlı apartmanlarıyla kaşlarını çatmış “ ne zaman döneceğimizi ” sorgularcasına, bizi uğurluyordu. Yakın dostlarımız Ahmet ve Nesrin Esirtgen çiftinin davetlisi olduğumuz teknelerinde her zamanki navigasyon merakımla çıktığım kaptan güvertesinden, güçlü motorlarının arkada bıraktığı köpüklerin önünde dalgalanan Türk Bayrağımız için dostlarıma bir kez daha teşekkür ederim. Yolculuğumuz boyunca girdiğimiz limanlarda, adalarda, yaptığımız süksenin, gördüğümüz itibarın ve attığımız havanın tarifi mümkün değil. Hydra Adası’nda, yolda tanıştığımız bir Yunanlı aile ile geçen kısa sohbetimizde Limanda teknemizi ama önemlisi Bayrağımızı gördüklerini, ilgilerini dile getirdiklerinde Türk Kahvesini unutamadıklarından dem vurdular, bırakır mıyım hiç, hemen adreslerini aldım. Üç hafta sonra kendilerine Türk Kahvesi, yanında bir kutu da Divan’ ın Türk Lokumu ile birlikte yollanmıştı bile. Afiyet şeker olsun, biz Türk’üz ikramı severiz.
Kuzeyindeki Kalavria ile ince bir dere ile ayrılan Sfairia’ nın bütünlüğünde ve ana kara Galata’dan da bir boğazla ayrılan Poros, Mora Yarımadası’nın güney doğusundaki bu şirin yer, iki katlı orijinal binalarının kiremit çatılarının köşelerindeki melek ve kuş figürleri ile süslenmiş, yaşamın ayrı bir keyfini sergiliyorlar. Yine sahil boyu ama mütevazi kahveler, muhteşem renk bütünlükleri içindeki örtüler ve tipik sandalyeleri ile her zamanki gibi dikkatimin odağındaydılar. Kaptanın adımıza yer ayırttığı “White Cat” isimli tipik Rum balıkçı lokantasındaki basit mezelerin lezzeti ve önemlisi ikram edilişlerindeki otantik davranış, tabiilik ve hizmetin güzelliği bana, bir zamanların Büyükada ve Tarabya’ dakileri hatırlatıyordu.
Sabah kısa bir yüzme arkasında yapılan çok özel kahvaltı sonrası istikamet Ydra adası. 16. yy da Ortodoks Arnavutlara terk edilen bu ada sonra Napolyon savaşlarına sahne olmuş, ve daha sonra Askeri üsler vs derken gelişmiş, ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra işlevini yitiren ada şimdilerde zengin turizm yatırımcılarının ve villaların odağı olmuş. Her zaman olduğu gibi sabah yürüyüşümü yerleşimin en tepe noktasındaki manastıra kadar yaptım, her ne kadar yanımdaki iki arkadaşım başta ürktülerse de dar yokuşlu sokakları, Ege’ nin tipik geniş basamaklı, merdivenli yolları içindeki güzellikleri, insanın, çiçeğin, güneşin, yağmurun, beyazın – mavinin ve sert geçen iklim koşullarındaki koruma tedbirlerinin nasıl da basit ama akıl dolu mantığı içinde ama bir o kadar da estetik duyguların kanatları altında çözüldüğü, bu ilişkilerin nasıl da beraber yaşayabildiklerini bir kez daha gördüler. Gayet bakımlı ve yakışıklı katırların gerek gezi ve ve gerekse turistik taşımacılık hizmeti verdiği, dar ara sokaklardaki Arnavut kaldırımı taşların pırıl pırıl parladığı, butikleri, kuyumcu dükkanları ile cıvıl cıvıl Hydra merkezindeki kahveler adanın başka bir güzelliği. Meydan çevresindeki iki katlı orijinal evlerin üst katlarındaki süslü döküm, bir o kadar basit payandalar üzerinde taşınan balkonların meydanla adeta konuştuğunu görebiliyorsunuz. Ana karadan adaya çalışan çok süratli araçların dışında, adanın çevresine turist taşıyan taxi motorların makine güçlerinin yüksek seçildiği dikkatimi çeken husus oldu, her zaman, her havada ulaşmak o işi yapanların hedefiydi. Akşam için Sun Set lokantasında ayırtılan masamıza giderken mekanın üst kısmında düğün olduğunu anladık, renkli kıyafetleri ile gelen davetlilerde herkes gecenin heyecanını yaşamanın hazırlığı içinde iken, denizden süratle gelen motordan çıkan gelin ve damadı biz de alkışladık. Ama inanın her şey “ada” konsepti, güzellikleri içinde geçiyordu.
Spétses Adası, 1220 lerde Venedikliler, sonra Türkler ve arkasından yine 16. yy da Ortodoks Arnavutların olmuş. Adanın, restore edilmiş, çok tipik bir Akdeniz oteli “Poseidon” gerçekten keyif verici. Terasında, orada rastladığımız arkadaşlarımızın bize verdikleri ikram sonrasında, yine süslü ve yakışıklı atların çektiği faytonlarla Orlof Restoran’a geçtik. Çok tipik, sandalye, örtü, duvar, her şey beyaz olan bu yerde Ege’ nin tüm havasını içinizde hissediyorsunuz.
Dönüş rotamızda 4.000 yıllık geçmişe sahip Aigina Adası’ndaki limanda kıçtan kara ettik. Nedense bütün bu adalara yaklaştıkça, “yaşam” ın detayları daha bir belirginleştikçe beni bir heyecan sarar. Yaşamın, birlikteliliğin, tarihin ve izleri yok edilmeden sürdürülegelen medeniyetlerin adeta bizleri karşılarcasına duruşlarından hep etkilenirim. Ama bilirim ki sahilin, o evlerin arkasındaki sokaklarında ne hayatlar, ne güzellikler bekler bizi. Yine demeden edemeyeceğim, binaların yüzleri, balkonların duruşları, kapıları ve pencereleri ile bütünleşmeleri, yan yana binalarda sizi rahatsız etmeyen ama o kadar farklı renkler lakin hepsi de doğadan.
Yoksa hep akşam üstü, Ege’ nin batan güneşinin yaşama vurduğu, renklerin yükseklere fırladığı zaman mı beni şaşırtıyor.
Turhan Kâşo
30.Ağustos. 2010
Çesme
Inşaat ve Yatırım Dergisi
Kendinizden bahseder misiniz?
Erzurum- Kafkasya kökenli bir ailenin çocuğuyum. Dedem Kâşozade Ethem Bey ve babam, sanata yapıya, mimarlığa çok meraklıydılar. Genetik bu ya bende de davam etmiş olacak., Babam kendi zevki için apatman, villa yapar, sonra bir başkasına başlardı. 3 yaşından beri inşaatın içindeyim. Çocukluğum İstanbul Caddebostan’da geçti. Orada babamın yaptığı villarda ustaları izlemek en büyük merakımdı. İlkokulu Şişli 19 Mayıs İlkokulu’nda, ortaokul ve liseyi Kabataş Erkek Lisesi’nde okudum. Benim zamanımda Kabataş Erkek Lisesi’nin ortaokul kısmı ilk kez açılmıştı sonradan kapandı. Lise yıllarında resmim çok iyiydi. Hatta lisede hocamız resim derslerinde ve işbilgisi atelyesinde yönetimi vekaleten bana verirdi. O yıllarda resim müsabakaları olurdu, onlara da çok katıldım. Ödül bile almıştım. Hiç unutmam, yaşım tutmadığından babamla birlikte Ziraat Bankası’na kazandığım ödülün bedelini almaya gitmiştik. Liseden sonra cok arzuladığım kurum olan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlik Bölümüne girdim ve mezun oldum. Çok ağır ama bir o kadar heyecen veren, zevkli bir tahsildi. Değerli hocalarımı minnetle anarım.
Kendi ofisinizi ne zaman kurdunuz?
Turhan Kâşo Mimarlık’ı 1973 yılında Osmanbey’de kurdum. Mimarlik projeleri disinda
Mağaza, işyeri, ofis ağırlıklı proje ve taahhut isleri de yapıyorduk. Daha sonra ağaç işleri yapan bir imalathane kurduk. Yaptığımız projelerin, kapı doğrama, mobilya, dolaplarini imal ediyorduk., bu hizmetin kontrolumuz icinde olmasi cok onemliydi. O zamanlar malzeme imalat imkanlari kisitliydi, Ancak bu atölyeyi 2000 yılında sona erdirdik. 40 yıldır mimarlık yapıyorum. Mimarlık mesleginde hep ahlakına, çizim tekniğine, malzeme ahlakına uygun olarak çalıştım ve devam ediyorum.
Mimari tarzınızdan bahseder misiniz?
Benim hiçbir yapımda abartı göremezsiniz. Fonksiyonellik ve ergonomi ön plandadır. Projelerimde yapıların tabiat ve çevresiyle bütünleşmesinde çok titiz davranırım. Projelerimde doğaya sonsuz saygı vardır. Yaptığım yapılarda malzemeye dikkat ederim. Yapı benimdir, müşterinin değildir. Sadece proje hizmeti bile yapıyorsam yatırımı cebimden çıkmış gibi düşünürüm.
Projeleriniz daha çok hangi ülkelerde konumlanmakta?
Londra’da, Amerika’da, Roma’da, Sudiarabistan’da projelerim oldu. Türkiye’de muhtelif yerlerde pek çok otel, köşk, villa projem oldu.
Son dönem projeleriniz neler?
Şu anda devam eden projelerim arasında; Arnavutköy’de Rum Vakfı’nın bir işini, tarihi bir eski yapıyı restore ediyoruz. Binayı, Toskana’lı çok özel bir şef ve bir o kadar iyi eşi için hazırlıyoruz, Ekim ayına hizmete girecek., Hele İtalyan yemeklerine, makarnalarına olan yüksek ilgim bu binadaki Mesleki çalısmama ayrı bir heyecan katıyor., Darıca’da da oldukça büyük bir villa projemizi sürdürüyoruz.
Sizce ülkemizde, mimarlık mesleği ne kadar anlaşılıyor?
Mimarlık yapı teknikerliği ile karıştırılıyor. Yapı teknikerliği yapıyı yapar. Hala toplulumuz bu meslekleri karıştırıyor. Dahasi hizmet isteyen de karıştırıyor. Tüm bunları mimar olduğum için de söylemiyorum. Mimarlık kelimesinin manasının bilinirliği, o ülkenin kültür seviyesini, durduğu çizginin derecesini belli eder. Hatta bir filozofun da bu konu ile ilgili bir sözü var. ‘ bir ülkenin kulturu mimarlarına verdiği değer ile ölçülür.’ gibi.
İyi mimar şöyle olmalıdır… gibi tanımlamalarınız var mı?
Bir mimar uygulamayı iyi bilmeli. Mimar sadece çizip, 3 boyutlarda kalmamalı. Mimar, imar edebilmeli. Mimar yaptığı ya da yapacağı yapılarda kendi tarzını dışarı yansıtmalı, belli bir kimliği ortaya koymalıdır. Mimarlık sahada olmayı gerektirir. Şantiye organizasyonu konusuna meraklıyım. Şantiyenin programı ve organizasyonunun önemine çok inanıyorum. Halihazırda bunları arkadaşlarımızın yapmadığını gözlemliyorum. Mimar arkadaşlarımızın bu gibi alanlarda bilgilerinin az olduğunu görüyorum. Artık eskisi gibi birşeyler öğrendiğimiz; Ermeni, Rum, Türk ustalar da yok. Şimdi o usta ve sanatkarlar da olmadığı için yapıda herşey daha kendi kendine oluyor. Mimarın kendini yetiştirmesi gerektiğine inanıyorum
Sizin döneminizde ki eğitim ile günümüzü kıyasladığımızda ortaya nasıl bir tablo çıkmakta?
Eğitim çok kötüledi ve geriledi. Bizim dönemimizde okuyanlar, mimarlık eğitimini dolu dolu aldı. Şimdilerde konsept veya tasarım eğitimi alıyorlar. Bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi – eski DGSA-dünyanın en zor ve en önemli kurumları arasında yer almakta. DGSA’ya 50 kişi alacaklardı, 1550 kişi imtihana girdik. O kadar zor bir eğitim sürecinden geçtik ki, mezun olabileceğimi bile düşünemiyordum. Düşünsenize 50 kişi okula alınıyor 10 ya da 12 kişi zor mezun oluyor… Okulda; statik, betonarme, malzeme, mimarlık tarihi derslerini çok detaylı aldık. Hatta resmi de geliştirdik,bölümle ilgili okumadığımız hiçbir kısım kalmadı. Klozeti, musluğu, makas krişini öğrendik. Şimdilerde hiçbirisini öğretmiyorlar. Bunu çok ciddi söylüyorum. Aldıkları bu eğitim mimarlık eğitimi değil. Burada ciddi bir yalan var. Eğer bir mimar mezun olarak geliyorsa bir makas kirişini, bir sıva kalınlığını, radyejeneral, hatıl nedir bilmiyorsa bu şekilde mimarlık olamaz. Öyleki biz ofisimizde işe girenlere; mimarlık, bakabilme, hakim olabilme, tasarımı geliştirme eğitimine kadar bilgi veriyoruz.
Hocalık yaptınız mı?
Boğaziçi Üniversitesi’nde 7 yıl ders verdim. Projelerin yatırımlar üzerindeki etkilenmeleri, genel ergonomi, bireysel ergonomi üzerine.
Sizce ülkemizde eser denilebilecek tarzda yapılar var mı?
Uzun yıllar önce tasarlanmış olan birkaç fakülte ve birkaç bina var. Nezih Eldem, Sedat Hakkı Eldem gibi değerli insanların yaptığı eserler dışında özellikle 1950′ lierden sonra bu tarz yapılar yapılmamaya başlandı. Sebebi ise bu tarz binaları yaptıranın olmaması. Meseleye bence buradan da bakmalıyız. Yapacak olan mimar var fakat yapıyı yaptıran yatırımcı yok. Esasen eserleri yaptıracak olan Devlettir. Bunlar, opera binası, köprü, stadyum gibi yapılardır. Aslında binaların güzelliği ve estetik oluşunun yatırımcının vizyonu ile de büyük bir ilişkisi var. Koç ailesinin yaptırdığı binaları ele alalım. Koçlar Türkiye’de nerede, neyi yaptırsa Türk ölçülerini, Türk aklını ve Türk zevkini mutlaka görürsünüz. Bence ülke olarak temelimiz kuvvetli değil. Kopleks halindeyiz. Absürd çizgiler arayışındayız. Bazı ailelerin yaptırdığı binaların temellerinde ise yüksek vizyon olmadığından keza mimarda öyleyse çok garip binalar ortaya çıkıyor. Yaptığınız yapı çevre ile bütünleşiyorsa eğer, işte burada mimarlık sanatı başlar.
Peki iyi bir eser nasıl meydana gelir?
Öncelikle iyi bir ressam olmalısınız, mimarın malzemeyi, statiği, yapılabilirliği iyi bilmesi gerekir. Bunların neticesinde de müşterinin yatırımına da saygınız olacak. Bunları birleştirdiğiniz zaman iyi bir eser ortaya çıkabilir.
Sizce yapılar nasıl olmalı?
İstanbul’un 42 rakımı diye bir şey var. Bu nedir? Camilerin minarelerinin ve kubbelerinin olduğu rakımın üstüne geçilmemesi. Şimdi bu rakımı geçen birçok bina var. İmar durumları “hattı bala” / siluet üzerine çıkmamalı. Bu yüzden siluet bozuluyor. Şimdi bir metro köprüsü yapacaklar Haliç’e, ben isterdim ki Haliç’e yakışan klasik bir köprü olsun. Bugün Budapeşte’ye, Londra’ya, Prag’a gittiğinizde dikkat çeken klasik taş köprüler var. Ben 1971 yılında öğrenciyken tez olarak İstanbul Metro Projesi’ni hazırladım. Proje Yenikapı’dan başlayıp 4. Levent’te bitiyordu. Benim tez projemin içinde yaptığım etütlerde İngilizler’in ve Fransızlar’ın 1920’li yıllarda Haliç Metrosu için verdiği tekliflerde, metroyu Haliç’in üstüne götürmediklerini çok açık bir şekilde gördüm. Bunun sebebi tabii ki estetiğin bozulmaması, tarihi dokuya saygi., Demek ki adamların estetik kaygısı bizden fazla. Şimdi ne yapıyoruz, Haliç’in üzerine köprüyü kuruyoruz. Dünya da bizim üstümüze çirkinleştiren ülke ve anlayış yok. Bir de yeni Galata Köprüsü o kadar çirkin ki. Hiçbir estetiği yok.
Yeni yapılan yapılarda sizce kalite ne durumda?
Eskiden ustaların yövmiyesi ucuzdu, malzeme pahalıydı. Şimdi tam tersi. Çünkü
fabrikasyon malzeme çoğaldı. Talep ve arz edenin vizyonu olmayınca da yapılarda gelişmişlik diye bişey kalmadı. Bu seri üretim malzemelerini hem yapının içinde hem de dışında süratle kullanmaya başladılar. Böyle olunca da kaliteyi beklemeyin zaten.
Hobileriniz var mı?
Denizi çok seviyorum. Atletizm ile ilgilendim, kupalarım var. Yelken yapıyorum. Kayak yapmayı da bir o kadar severim… Fransa’da 1.’lik kazandığım bir madalyam bile var. Talebeliğimde 1968 yıllarında profesyonel mankenlik, fotomodellik yaptım.
İtalyan Devlet Liyakat Nişanı’na / “Cavalieri” layık görüldünüz…
İmkanlarımı yaratarak yatırımcı mimar oldum. Akdeniz’in incisi Kalkan’da Club Patara/ Patara Prince isimli 60 dönüm üzerine proje çizdim ve uyguladım. Projem 250 villa, 60 odalı butik otelden oluşuyor. Bakanlık “Özel Belge” verdi. Batıda ve Amerika’da bilinen bir proje olmuştur. Evet İtalyan Cumhurbaşkanlığı tarafından benim mimarı tarzıma verilen bir Nişan. Bu projem vesile oldu bu Şövalye Liyakatı almama. Onur duyuyorum ben de.
Mimarlığın tanımı desek….
50 yıl önceki mimarlığın tanımı ile şimdiki tarif mutlaka farklıdır. Mimar mamur eden, imar eden, insanları şenlendiren, şenlikli olmalarını sağlayandır. Mimar; vapur iskelesi, yol, park, hastane, otel, ev gibi herşeyin planlayıcısı, düzenleyicisi, ergonomilerini, ölçülerini, yaşanırlılığını, canılının çevresi ile olan ilişkilerinde menfaatini ve yaşamasını düzenleyen, konforunu sağlayan pozitif bir sanattır. Mimarlık aslında birazda ekonomik seviyeleri, vizyonu gerektiriyor. Ülkelerin ekonomisinin, sosyal yapısının, ekonomik imkanlarının fazla olmasını gerektiriyor.
Eşsiz Bir Yaşam Alanı
Club Patara
Club Patara Akdeniz’in muhteşem manzarası ve doğal güzelliklerine hakim tamamıyla bu eşsiz doğaya hayranlığını sunan mimariyle biçimlenmiş, oteli Patara Prince ile de Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından ‘’ Özel Konaklama Tesisi ‘’ olarak taltif edilerek, belgelendirilmiş bir yaşam alanı.
Y. Mimar Turhan Kâşo’nun iş hayatına başladığı yıllarda kurduğu bir rüya, Kalkan’da gerçekleştirdiği Club Patara Projesi ile gerçek olmuş. Kâşo yumuşak kıvrımlara sahip binalarında doğal taşlar bol bol yeşillik ve toprak kullanarak tesisin ortama uyumlu bir görüntü kazanmasını sağlamış.
Antalya’da Kalkan’ın tam karşısındaki muhteşem bir koyda bulunan tesis, roma stiline dayanarak tasarlanmış. Kemer taşlarının arasından çeşmeyle çevrili mermer yüzeyli Agora’ya doğru yürürken kendinizi eski zamanlarda gibi hissediyorsunuz. Bununla beraber geleneksel Türk esintileri ve Roma izlerinin birlikteliği, Club Patara’nın günümüze ait modern bir tesis olduğunu adeta saklıyor. Bu nedenle de mimarisnde sıkça kullanılan yöreye özgü taşlar kadar geçmişe ait , asil ce çekici. Club Patara , doğayı asla tahrip etmeyen , onun güzelliklerini öven, bu değerleri hiçe sayanyapılara örnek ve ders teşkil edecek bir tasarım anlayışına sahip.
Tün bu özelliklerin yanında, burada yaşayanlar için ise eşsiz bir konfor ve keyif sunuyor.
Club Patara’da Özel Bir Mekan
MİMARIN SUİTİ
Y. Mimar Turhan Kâşo, estetik değerleri ve işlevselliği birarada kullanmakta çok başarılı bir mimar. Projelerinde , geçmişin gizemli yüzünü, doğanın asaletini, modern mimari detayları birarada ve günümüz ihtiyaçlarını en fonksiyonel biçimde karşılayacak şekliyle sunuyor.
Club Patara’da farklı özellik ve iç dekorasyona sahip suitler bulunmakta. Bu özel mekanlardan biri olan Mimar’ın Suiti, Y. Mimar Turhan Kâşo’nun doğaya ve insana sayguı içeren mimari dokunuşları ile şekillenirken, çevresindeki doğal yapıyla, sanki hep oradaymışçasına bütünleşmiş, aynı zamanda yaşamın da tamamen içinde hissetttiren bir mekan.
Kalkan Koyu’nun günbatımına bakan sol yamacındaki özel projede yer alan dubleks villa, çalışma ofisi, TV ve Yatak Odası fonksiyonlu bir suit olarak hazırlanmış. Bu projenin hazırlanışında, topoğrafyanın aynen korunması ve bitki örtüsüne gösterilen özen , ana düstur olmuş. Öyle ki gerekli altyapı işleri sırasında sökülerek korunan ağaçlar, çalışmanın bitiminde tekrar yerlerine yerleştirilmişler.
Yapıda mevcut taş binanın geliştirilen kısmı tamamen çelik konstrüksiyon ile oturtulmuş. Çevre uyumu bakımından koyu nefti renk ile bitirilerek , yine içte ve dışta natürel renk ve malzemede seramik ve taş kaplamalarla tamamlanmış.
Ana villanın bahçesi ile bütünleştiği kısım tik ızgara ile İtalyan çimi, kekik ve lavanta bitkileri ile örtülmüş. Zemin kaplaması olan kayrak taşı, havuzun içine basamaklarla devam ediyor.
Su , doğa ve deniz ile bütünleşen havuz
Minik ve oldukça doğal görünümdeki havuzun içi ve dış yüzeyleri de kayrak taşı ile kaplı. Bu yolla suyun, çevrenin renkleri ve tabiat ile bütünleşmesi sağlanmış.
Saklıkent’ten gelen ve bolca mineral taşıyan su ile dolu havuz, yapım itibariyle denize sıfır pozisyon ile btünleşmekte. Bu özellik muhteşem doğa ve deniz manzarasını bölmeksizin, günün her anında farklı bir görsel şölen sunuyor.
Çevredeki kuşlar, en çok sevdikleri yer olan bu havuzda, hem yıkanıyor hem de su içiyorlar. Bahçede özel olarak büyütülmüş olan jakaranda ağacı ve her zaman yeşil olan kırmızı acem boruları Kalkan Koyu’nun mavi suyu ve havuzla birlikte , mavi ile yeşilin en güzel tonlarını veriyorlar.
Havuzun içine kaplanan kayrak taşı, deniz tarafındaki eğimli, özel üst kesiti ve alttaki ayak basma seti ile insana, kollarını dayayıp, Kalkan Koyu’nu seyretme imkanı veriyor. Şelale, Mimar’ın yerinde, taş duvar ustasına tarifle oluşturduğu, özellikle doğal olması istenen bir detay. Sıcak Kalkan günlerinde bu şelalenin oluşturduğu güzel su sesinin yanında , serinlemek için altında durmak ise ayrı bir keyif sağlıyor.
Kauçuk ağacının iri yapraklarının düşürdüğü gölgeler, gün batımında ve gündüzün sıcak güneşi altında farklı keyifler vermekte.
Havuz kenarındaki sarı çiçeklerin su ile bütünleşmeleri, projedeki amaçlanan bütünleşmelerden biri.
Yamacın arkasından gelen sabah ışığı ile sol taraftan aydınlanan suitte, tavanlarda bulunan çelik konstrüksiyon özenle saklanmış, havuzun içine bakan duvarı da kayrak taşı ile kaplanmış. Mobilyalar Mudo’dan, bazı aksesuarlar ise Ikea’dan seçilmiş.
Zeminde natürel renkte ve büyük ebatlı seramikler, arka tarafta duvara da dönüyorlar. Yani tüm alanda monokrom renk ve malzeme kullanılmış. Bu şekilde tavana kaplanan çam lambri ve gömme yumuşak aydınlatma armatürleri ile aydınlanan mekan , gün içinde kendini güneşten jaluzilerle korumakta, hem de bu yolla denizin mavisi ve dış manzara tamamen görülebilmekte.
Mekan düzenlemesi ve boyutları
Malzeme seçimi ve işlevsellik yanında Y. Mimar Turhan Kâşo’nun projesinde önemle birleştirdiği görseller de var. Gece ve gündüz alınan bu görüntülerde, öğleden sonra mekanın içine akseden merdiven görüntüsü gibi…
Villanın taşıyıcı köşe kolonu ve diğer taş duvarlarının masif çam ile kaplanması Kâşo’nun çok ısrarlı bir uygulaması. Çalışma masasını ise Üzümlü Köyü’nden temin edilen eski iki adet Zeytinyağı küpü üzerine yerleştirdiği kalın cam ile sağlamış. Ortamdaki Kablosuz Internet hattı, dolabın içinde saklanabilen cihazları, çok tutkun olduğu kırtasiye malzemeleri ve güçlü soğutma cihazı sayesinde İstanbul’ daki ofisinden ayrı olduğu zamanlarda projelerini bu masadan takip ederken Kalkan Koyu’nun enfes manzarası da ona ilham vererek eşlik ediyor.
Yatak başı ve banyo
Suitin tüm duvar ve kolonlarında uygulanan masif çam kaplama , yatak başı ve komidinleri de beraberinde oluşturmuş bulunmakta. Banyoda yine aynı iri ebatlı seramik kullanılırken, düz ayak cam kanatlı duş kabin tercih edilmiş.
Turhan Kâşo
Y. Mimar
DGSA