Argo – Saronic Islands

Argo-Saronic-Islands-1

Resmin büyük görüntüsü için üstüne tıklayınız.

Yeşilköy Atatürk havalimanından THY nın tarifeli uçağı ile yaptığımız bir saatlik yolculuk sonunda Atina üzerinden ulaştığımız Pire şehrinde, Zea Marinadan, güney istikametine Poros Adası’ na 30 mil dümen tuttuk., Arkamızdaki, dik yamaçlar üzerinde kurulmuş Pire kenti adeta keskin beyaz hatlı apartmanlarıyla kaşlarını çatmış “ ne zaman döneceğimizi ” sorgularcasına, bizi uğurluyordu. Yakın dostlarımız Ahmet ve Nesrin Esirtgen çiftinin davetlisi olduğumuz teknelerinde her zamanki navigasyon merakımla çıktığım kaptan güvertesinden, güçlü motorlarının arkada bıraktığı köpüklerin önünde dalgalanan Türk Bayrağımız için dostlarıma bir kez daha teşekkür ederim. Yolculuğumuz boyunca girdiğimiz limanlarda, adalarda, yaptığımız süksenin, gördüğümüz itibarın ve attığımız havanın tarifi mümkün değil. Hydra Adası’nda, yolda tanıştığımız bir Yunanlı aile ile geçen kısa sohbetimizde Limanda teknemizi ama önemlisi Bayrağımızı gördüklerini, ilgilerini dile getirdiklerinde Türk Kahvesini unutamadıklarından dem vurdular, bırakır mıyım hiç, hemen adreslerini aldım. Üç hafta sonra kendilerine Türk Kahvesi, yanında bir kutu da Divan’ ın Türk Lokumu ile birlikte yollanmıştı bile. Afiyet şeker olsun, biz Türk’üz ikramı severiz.

Kuzeyindeki Kalavria ile ince bir dere ile ayrılan Sfairia’ nın bütünlüğünde ve ana kara Galata’dan da bir boğazla ayrılan Poros, Mora Yarımadası’nın güney doğusundaki bu şirin yer, iki katlı orijinal binalarının kiremit çatılarının köşelerindeki melek ve kuş figürleri ile süslenmiş, yaşamın ayrı bir keyfini sergiliyorlar. Yine sahil boyu ama mütevazi kahveler, muhteşem renk bütünlükleri içindeki örtüler ve tipik sandalyeleri ile her zamanki gibi dikkatimin odağındaydılar. Kaptanın adımıza yer ayırttığı “White Cat” isimli tipik Rum balıkçı lokantasındaki basit mezelerin lezzeti ve önemlisi ikram edilişlerindeki otantik davranış, tabiilik ve hizmetin güzelliği bana, bir zamanların Büyükada ve Tarabya’ dakileri hatırlatıyordu.

Sabah kısa bir yüzme arkasında yapılan çok özel kahvaltı sonrası istikamet Ydra adası. 16. yy da Ortodoks Arnavutlara terk edilen bu ada sonra Napolyon savaşlarına sahne olmuş, ve daha sonra Askeri üsler vs derken gelişmiş, ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra işlevini yitiren ada şimdilerde zengin turizm yatırımcılarının ve villaların odağı olmuş. Her zaman olduğu gibi sabah yürüyüşümü yerleşimin en tepe noktasındaki manastıra kadar yaptım, her ne kadar yanımdaki iki arkadaşım başta ürktülerse de dar yokuşlu sokakları, Ege’ nin tipik geniş basamaklı, merdivenli yolları içindeki güzellikleri, insanın, çiçeğin, güneşin, yağmurun, beyazın – mavinin ve sert geçen iklim koşullarındaki koruma tedbirlerinin nasıl da basit ama akıl dolu mantığı içinde ama bir o kadar da estetik duyguların kanatları altında çözüldüğü, bu ilişkilerin nasıl da beraber yaşayabildiklerini bir kez daha gördüler. Gayet bakımlı ve yakışıklı katırların gerek gezi ve ve gerekse turistik taşımacılık hizmeti verdiği, dar ara sokaklardaki Arnavut kaldırımı taşların pırıl pırıl parladığı, butikleri, kuyumcu dükkanları ile cıvıl cıvıl Hydra merkezindeki kahveler adanın başka bir güzelliği. Meydan çevresindeki iki katlı orijinal evlerin üst katlarındaki süslü döküm, bir o kadar basit payandalar üzerinde taşınan balkonların meydanla adeta konuştuğunu görebiliyorsunuz. Ana karadan adaya çalışan çok süratli araçların dışında, adanın çevresine turist taşıyan taxi motorların makine güçlerinin yüksek seçildiği dikkatimi çeken husus oldu, her zaman, her havada ulaşmak o işi yapanların hedefiydi. Akşam için Sun Set lokantasında ayırtılan masamıza giderken mekanın üst kısmında düğün olduğunu anladık, renkli kıyafetleri ile gelen davetlilerde herkes gecenin heyecanını yaşamanın hazırlığı içinde iken, denizden süratle gelen motordan çıkan gelin ve damadı biz de alkışladık.  Ama inanın her şey “ada” konsepti, güzellikleri içinde geçiyordu.

Spétses Adası, 1220 lerde Venedikliler, sonra Türkler ve arkasından yine 16. yy da Ortodoks Arnavutların olmuş.  Adanın,  restore edilmiş, çok tipik bir Akdeniz oteli “Poseidon” gerçekten keyif verici. Terasında, orada rastladığımız arkadaşlarımızın bize verdikleri ikram sonrasında, yine süslü ve yakışıklı atların çektiği faytonlarla Orlof Restoran’a geçtik. Çok tipik, sandalye, örtü,  duvar, her şey beyaz olan bu yerde  Ege’ nin tüm havasını içinizde hissediyorsunuz.

Dönüş rotamızda 4.000 yıllık geçmişe sahip Aigina Adası’ndaki limanda kıçtan kara ettik. Nedense bütün bu adalara yaklaştıkça, “yaşam” ın detayları daha bir belirginleştikçe beni bir heyecan sarar. Yaşamın, birlikteliliğin, tarihin ve izleri yok edilmeden sürdürülegelen medeniyetlerin adeta bizleri karşılarcasına duruşlarından hep etkilenirim. Ama bilirim ki sahilin, o evlerin arkasındaki sokaklarında ne hayatlar, ne güzellikler bekler bizi. Yine demeden edemeyeceğim, binaların yüzleri, balkonların duruşları, kapıları ve pencereleri ile bütünleşmeleri, yan yana binalarda sizi rahatsız etmeyen ama o kadar farklı renkler lakin hepsi de doğadan.

Yoksa hep akşam üstü, Ege’ nin batan güneşinin yaşama vurduğu, renklerin yükseklere fırladığı zaman mı beni şaşırtıyor.

Turhan Kâşo

30.Ağustos. 2010

Çesme

This entry was posted in Makaleler-Konferanslar. Bookmark the permalink.