
Tuğrul Şavkay / Hürriyet
İLGİNÇ BİR DAVET
Doğrusunu söylemek gerekirse, Turhan Kaşo ısrarla arayıp beni neredeyse zorla kolumdan tutup Kalkan’a götürmeseydi bu yazının yazılması mümkün olamazdı. Çünkü yıl içinde, işim gereği, çok geziyorum. Hele her yurtdışı seyahatimin neredeyse bir haftayı bulduğu düşünülürse, içimden ayrıca tatil yapmak pek gelmiyor. Bir de öyle güneşin altında yatarak geçirilen tatillerden pek hoşlanmıyorum. O yüzden bu tür davetleri hep kulak arkası etmek eğilimindeyim.
Yine de yeni yerleri görmenin ayrı bir çekicilik taşıdığı inkar edilemez.
Kalkan’a bundan yirmi yıl önce gitmiştim. O zaman kıyı yolu daha yeni yeni açılıyordu. O geziden fazla izlenimim kalmamış. Yalnız bu tepelere sırtını vermiş küçük şirin kasabayı zihnimin bir köşesine yazmıştım.
On yıl sonra bir arkadaşım Kalkan’ın ilk oteline müdür olunca bizi davet etti. Büyük bir grup halinde buraya yeniden gittik. Cümbür cemaat iyi eğlendik. O zaman da çevreye alıcı gözle bakmadığımı şimdi anlıyorum.
Bu kez Kalkan için beni özel bir yazı yazmaya sevkeden dürtü ise bambaşka. Burası benim çocukluğumu geçirdiğim Ege kasabalarından pek farklı değil aslında. Yani bu coğrafyaya yabancı sayılmam. Benim için ilginç olan, Kalkan’ın bu özelliğini 2001 yılında bile önemli ölçüde korumayı bilmiş olması.
Sakın bu tespiti hafife almayın. Çünkü turizmin çekiciliğine kapılamayan böyle çok az yer var Ege kıyılarında. Sözgelimi 1950’li yıllarda Kuşadası tütün, zeytin ve bağcılıkla uğraşan küçük ve bir o kadar da şirin bir kıyı kasabasıydı. Binlerce yıllık geçmişe gözlerinizle tanık olur, neredeyse ellerinizle tutabilirdiniz. Bedri Rahmi’nin mısrasıyla söyleyecek olursam, şimdi ‘benim (o) dünyam paramparça’! Sanki ‘büyük bir ayna kırılmış, kırılıp yere dökülmüş, kainat içine düşmüş, düşmüş ama paramparça’. Hoyrat bir elle biz bütün o güzellikleri bir daha kavuşmamak pahasına, yok ettik. Bu sürecin tanığı olmaktan duyduğum ıstırabı anlatmakta güçlük çekiyorum.
Kalkan böylesi bir felaketten kendini bugüne kadar korumayı başarmış. Orası hala bir balıkçı ve zeytinci köyü. Çekiciliği de büyük ölçüde buradan geliyor.
BİLİNÇLİ YATIRIMCILAR
Böylesi bir başarıda Kalkanlılar kadar buraya gelen yatırımcıların payı da büyük. Turhan Kaşo’nun villalar ve butik oteline denizden baktığımda bunca yapıyı doğanın içinde kaybetmiş olmasını Hudini’nin sihirbazlığına benzetmekten kendimi alamadım. İnsanı büyük bir mimar yapan böylesi duyarlıklar demek ki. Club Patara, doğayı seven gezginlere neredeyse bir ana kucağı sıcaklığı sunmakta. Buna bir de işletmecilikteki özeni ve en iyiyi sunma gayretini de eklerseniz ortaya adeta bir düşsel mekan çıkıyor.
Kalkan’ı seçen diğer yatırımcılarda da aynı duyarlık mevcut. Sevgili dostlarım Levent Dilmaç ve Kasım Zoto’nun da aynı duyarlıkta insanlar olması acaba basit bir rastlantı mı? Hiç sanmıyorum.
İşin bir başka ilginç yanı, Stephen Solarz gibi çok ünlü Amerikan politikacılarının da Kalkan’ı benimseyip burada ev sahibi olmaları. Bu küçük kasabada rastladığım üst düzey İngiliz ve Amerikalı turistlerin varlığı da benzer duyguları onların da paylaştığının bir başka göstergesi. Hele New York Times’da Douglas Frantz’ın buraya ilişkin geniş kapsamlı yazısını okuyunca bu görüşüm daha da pekişti. Bozulmamış güzelliklerin, çıplak doğanın, üst düzey bir ağırlama endüstrisinin takdir görüyor olması beni Türkiye’nin turizm geleceği açısından yüreklendirmedi desem yalan olur.
Bu yıl yaz tatilimi böyle bir yerde geçirmiş olduğum için kendimi çok şanslı sayıyorum. Gelecek yıl tatilimi, hiç olmazsa bir kısmını, mutlaka yine bu güzel Ege kasabasında değerlendirmek kararıyla döndüm Kalkan’dan. Umarım yine aynı otantik, insanı sarıp sarmalayan büyüsünü yitirmemiş bu yerde aynı güzel düşleri yaşarım. Böyle söylüyorum, çünkü biz Ege’nin büyüsünü bir çok yerde hoyratça bozduk. Bırakalım bari bu düş yerli yerinde kalsın.
KALKAN PAZARI
Bir Perşembe günü sabahı Turhan Kaşo bizi Club Patara’dan motorla birkaç dakikalık uzaklıktaki köye götürdü. Kalkan’ın pazarını gezdik. Küçük ve ince mor patlıcanları, kıpkırmızı güzelim domatesleri, her biri birbirinden çekici yerel zeytinleri ve yüksek asitli ama bir o kadar hoş bölgesel zeytinyağlarını görüp tattık.
Pazar yerinde en çok ilgimi çeken o saatlerde gezenlerin tamamına yakının yabancılar olmasıydı. Satıcılar da, aralarında anlaşmış gibi, İngilizce bağırıyorlardı. ‘Come, come, cheaper than Jennifer Lopez’ (Gel, gel, Jennifer Lopez’den daha ucuz) sözlerine pek anlam veremediysem de satıcılarla İngilizce konuşup pazarlık eden İngiliz ve Amerikalılar dikkatimden kaçacak gibi değildi.
Kalkan pazarında gördüğüm yerel peynirleri benim gibi tatmanızı isterdim. Bir de koyun ve keçi yoğurtlarının tadına bakmaktan kaçınamadım. Nasıl derseniz, Türk insanının inanılmaz pratikliği sayesinde oldu bu tadım. Yoğurt satıcısı bakışlarımı okumuş gibi bana ikramda bulunmak istediğini söyledi. Ama neyle? Pazar yerinin ortasında tabak, çatal, kaşık nereden bulunsun? ‘Nasıl olacak?’ diye sorduğumda gülümsedi. Küçük naylon torbaların içine her yoğurttan ayrı ayrı koydu. Torbayı alt tarafından hafifçe enlemesine bıçakla kesti. Kesik yeri ağzımıza tutup torbanın üzerinden sıkarak yoğurdu sanki koyunun veya keçinin memesinden emiyormuşcasına azar azar tattık. Keçi yoğurdunun müthiş lezzetli olduğunu hemen söyleyeyim. Ama keskinliği de bir o kadar çarpıcıydı. Yoğurtçu ise bunu da düşünmüş. Bana koyun ve keçi yoğurtlarından oluşan bir karışımı önerdi. İşte bu muhteşem bir lezzetti.
Kalkan pazarında bulup Club Patara’da cömertçe sunulan yerel lezzetleri hala hatırladığımı söylesem sakın abarttığımı düşünmeyin. Yerel yiyecekler ne de olsa bu coğrafyanın ayrılmaz bir bütünü. Kalkan’a gelen yabancıların bu güzellikleri de göz ardı etmediğini görmek beni çok sevindirdi.