Dünya ve Beton

Dünya ve Beton

Resmin büyük görüntüsü için üstüne tıklayınız.

İlkokul 3. cü sınıftaydım Şişlide oturuyorduk ve arkadaşımın evinin terasında imalata başladık., 2 cm enindeki saç şeritlerle yine 2 cm e 4 cm dikdörtgen kalıplar teşkil edip tuğla imal etmek sonra da onunla ev yapmaktı girişimimiz., yine benim başımdan çıkmıştı bu kârsız teşebbüs., Nalburdan aldığım 2 kg çimento ve bir yerlerden bulduğumuz kumla işe koyulduk., ve başladık tuğlaları dökmeye., beton tuğla üretiyorduk düşünebiliyor musunuz.,

O yıllarda beton modaydı. 19 cu yüzyıl başında icat edilen çimento sonrası ilk beton., daha sonra bir Fransız bahçıvanın saksılarını güçlendirmek için karışımına ilave ettiği demir çubuklar ile artık betonarme icat edilmiş oluyordu. 1902 de Fransız mimar Augus Perret, ilk apartman binasını tasarladı ve inşa etti. Artık betonarme doğmuştu. Kolay ve her yerde imal edilebilmesi, maliyetinin düşük olması, istenilen şeklin verilebilmesi, yüksek mukavemeti ve dayanıklılığı ile beton, dünyaya hakim oldu. Hele bununla kalmadı, aynı yüzyılın sonunda Almanların geliştirdiği hazır beton, ve 1916 yılında Amerika’da Stephan Stephanian adlı bir Türkiye göçmeni tarafından, hazır betonun taşınması için özel olarak tasarlanan ve “transmikser” adı verilen aracın geliştirilmesi, hazır betonun yaygınlığını artırdı.  Bununla kalmadı, yine iki Almanın 1926 da beton pompasını da icat etmeleri ile artık beton, yukarıda sıralamaya çalıştığım avantajlarını hızlı sevkiyatla da arttırarak günümüze dek güçlenerek geldi.,

Günümüzde kişi başına senelik beton üretimi bir ton civarında., düşününüz.,,

Çocukluğumda 25 milyon olan Türkiye  bugün 80., ve 1, 5 milyar olan dünya nüfusu ise 6 milyarı geçmiş., Yine hızlı üretim, beraberinde dünya üzerinde hızlı “üremeyi” getirmiş, tetiklemiş ve insanlar günümüzde 100 lü rakamlarla tarif edilen toplu konutların cazibesiyle de başlamışlar çoğalmaya., onlar çoğalırken de bir taraftan da hazır kalıplar, tünel kalıplar vs derken başlamış dünya betonlaşmaya.,

Oysa karşı değiliz Köprülere, Kongre binalarına, büyük ve tek programlı yapılara, hele yol-otoban, viyadüklere vs., Zira onlar kalıcı yapılar., onlar özen ve itinayla tasarlanan, hayata geçirilen yüksek mukavemetli ve özgün betonarm yapılar.,

Ama hele gelin verin betonu benim milletimin eline bakın ne oluyor., çocuğun eline tabanca vermeye benzetiyorum ben. Kötü ve çarpık yapıların, yanlış planlamaların kısa ömürleri sonrasında yıkımlarla gelen Molozlar başlıyor benim dünyamı kirletmeye., her tarafa döküyor atıyorlar., Altyapı görüşü özürlü oluşumuzla da kırılan yollar, kaldırımlar., her taraf moloz, ama çoğu beton., ne yazık ki doğaya dönüşmüyor sonrasında.,

Batıda, doğuda her tarafta Konut binalarında Konstrüksiyon Yapı tercihleri uzun yıllardır almış yürümüş.,Çelik, Ahşap vs ne olursa., Hem Depreme dayanıklı, hem çevreye zarar vermeyen., yarın yıkıp, söküp demonte ettiğinizde tekrar kullanacağınız malzemeler geçiyor elinize., hem siz, hem ülkeniz zarar etmiyor, hem de çevre korunuyor.

Turhan Kâşo

Y. Mimar / d.g.s.a

23. Şubat. 2010

Bebek

Posted in Makaleler-Konferanslar | Leave a comment

Patara Prince’e İtalya Devleti’nden en yüksek Nişan verildi.

Süleyman KAYA /Hürriyet

YÜKSEK Mimar Turhan Kaşo, Roma mimarisinden etkilenen Kalkan’daki Club Patara gibi Türk ve İtalyan mimari özelliklerini taşıyan eserlerinden dolayı İtalyan Devlet Liyakat Nişanı’na layık görüldü.

Turhan Kaşo’ya nişanını Tophane’deki Venedik Sarayı’nda düzenlenen törende İtalya’nın Ankara Büyükelçisi Carlo Marsili taktı. Boyner Holding Yönetim Kurulu Üyesi Lerzan Boyner ve Alarko Turizm Grubu Başkanı Edip İlkbahar ile çok sayıda davetlinin katıldığı törende konuşan Turhan Kaşo, nişanı almaktan ve taşımaktan dolayı çok mutlu olduğunu belirtti.

Posted in MEDYA'da Turhan Kâşo | Comments Off on Patara Prince’e İtalya Devleti’nden en yüksek Nişan verildi.

Y.Mimar Turhan Kaşo Kalkan’da “Mimarinin Çevrede Ve Turizm Yatırımlarındaki Etkileme Boyutları Ve Finansman” konulu bir konferans verdi

Turizm Yapılarında Proje Yönetimi, Mimarinin Finansmana Etkileri, Yapılaşma, Çevre, Doğa, Yaşam Ergonomisi konuları Yüksek Mimar Turhan Kâşo tarafından verilen Konferansta gündeme getirildi…

Sit Alanlarının İmara açılması gündemimizi meşgul ederken, ülkesinden sorumlu, konunun uzmanı Y. Mimar Turhan Kâşo’nun konferansı, Kaş, Kalkan bölgesinde mimar, yatırımcı ve kamu görevlileri tarafından ilgi ile izlendi..

Sit Alanlarının İmara açılması için Meclis gündemine sunulan yasanın tartışmaları süredursun, Kalkan’da “Mimarinin Çevrede Ve Turizm Yatırımlarındaki Etkileme Boyutları Ve Finansman” konulu konferansta Yüksek Mimar Turhan Kâşo, çevredeki mimar, mühendis, belediyeci, müteahhit ve yatırımcılarla bilgilerini paylaştı.

Oldukça ilgi gören Kaş Kaymakamı Sayın H. İbrahim Akpınar ‘ın bu organizasyonu, konferanslar dizisi halinde her ay tekrarlanacak.

Konferansın ilk bölümünde “Turizm Yatırımlarında Mimari Boyutun Finansal Planlama Üzerine Etkileri” konusu işlenerek, özellikle yatırımcılara rehber niteliğinde, Yatırım Dönemi Faaliyetleri, İşletme Dönemi Operasyonu, Geliştirme ve Genişletme Dönemi aşamaları örneklerle açıklanmıştır. Bir turizm yatırımında planlama safhaları, mimari boyutun diğer boyutlarla ilişkisi açıklanmıştır.

Turizm yatırımları projelerinde “Concept” in doğru belirlenmesinin önemi …

Turizm yatırımları projelerinde “Concept” in doğru belirlenmesinin çok önemli olduğu, bunu belirleyen dinamiklerin ( çevre, toplum, izinler, malzeme ve doku.,) çok doğru değerlendirilmesi, ve başarılı uygulanmaları, aksi halde yanlış neticelerden geri dönüş olamayacağı, boyutlarının çevrenin kötü etkilenmesi ve ekonomik krizlere girilebilmesi gibi çok vahim neticeler doğurabileceği hususu önemlidir. Doğal Sit Alanlarındaki yapılaşma izni konusunun göreceli olduğu, bu konudaki ayırımların isabetli, doğru yapılması sorumluluğun taşınması üzerinde durulmuştur.

Çevre, Toplum, Malzeme, Doku, Ergonomi, Mevzuat, Tasarım olarak alt başlıklara toplanan konulara dikkat çekilmiş, mimarın sorumluluğu üzerinde durulmakla, Proje uygulaması ve sonrasında Mimarinin çok önemli – ana – unsur olduğu, bu konuda verilen tavizlerin ileride getireceği zararlarının telafisinin, başta da dendiği gibi mümkün olamadığı, ve ülke ekonomisine, imajına zarar verdiği belirtilmiştir.

Başarılı Mimar Turhan Kâşo, yılların verdiği deneyimlerini çevrede mimari çalışmalar yapan meslektaşları, yatırımcılar, belediyeciler ile paylaşmış, Turizm Yapılarındaki uzmanlığı ile bu anlamda ülkemizi bekleyen tehlikelere dikkat çekmiştir.

Kaynak: Arkitera 28 Mayıs 2003
Posted in Makaleler-Konferanslar | Leave a comment

Tarihi Kent Dokuları, İmar ve Turizmde Bugün

1960 lı yılların sonlarıydı. Marmaris’ten Antalya’ ya hareket ediyordum. O sabah erken vurduğum Orfoz balığı en az 2.5 kilo idi. Güzel Sanatlar Akademisi Y. Mimarlık bölümü 3. cü sınıf talebesi ve aynı zamanda Türk Balıkadamlar Kulübünün iyi bir deniz seveni idim.

iskelesinden gün boyu denize atlar, plajla yetinmezdik o günlerde. Plaj yolu no dokuz’ daki villamız adeta bir doğa parçası, çam ağaçları içinde idi. Bir gün bizi gelip iskeleden toplayan Balıkadam ağabey, o günden sonra bizleri istikbalin kofanaları gibi yetiştirmeye başladı.

O gün başlayan denizaltı merakı, daha öncelerden gelen doğa ve en önemlisi bina ve imar merakımı artık daha geniş bir bütünlüğe adeta yufka gibi yaydı. Balığı sadece zıpkınla, ve bir mücadelenin sonunda vurur, gece karanlığında fenerle, veya tüple av yapanları aklımıza getirmezdik., zaten bunun, bir ayıp ve kalleşlik olduğunu bilirdik., ama bir çok konuda yaşamı ve çevreyi aynı bakış ve anlayış ile tadar, karşılardık. Ve sonunda kazanan hep yine bizdik…


Antalya’ ya o zamanlar Korkuteli üzerinden gidilebiliyordu., Kalkan ve Kaş’ a girmek imkânsız, yollar taşlı ve zorlu idi.

Önce Fethiye’ ye gelmiştik, koyu dolanıp şimdiki büyük tatil beldesinin içindeki Çam ağaçlarının sıklığından girememiş, ağustos böceklerinin zırıltısı ve güzelim çam kokuları arasında çevrenin güzelliği, oturtma çatılı, kiremitli evleri ile  her şey bize çok doğal, keyif verici gelmişti., ancak bunlar, 60 lı yılların sonunda zaten büyük sürpriz değildi.  Hatırlıyorum da bir tek köy evi yoktu birinci kat betonu bitirilmiş, ikinci katın filizleri ile tırmanmayı bekleyen…

Yol boyu güney Anadolu ve Akdeniz  kültürü, özgün mimarisi, çevre ile uyum içinde yaşayan bir kültür mirası ile birlikte yolculuk ettik., Korkuteli’ nden Antalya’ ya, oradan da Alanya ve Silifke’ ya kadar uzandık., Alanya Kalesinde çektiğim fotoğraflar herhalde artık tarih oldu.,  zira bir çok resim veya ilanlarda Alanya’ nın halini görüyorum., yürekler acısı… Hep bir şey söylerim; acaba bize  çok mu geldi bu ülke., yani başka bir deyişle “bol mu geldi” bu güzel vatan., Yaşamasını bilmeyen, kullanmaya ehliyeti olmayan, korumanın ne büyük bir ekonomik değer olduğunu, torunlarına ne büyük ekonomik miraslar bırakabileceğini bilmeyen bu topluma acaba bu bölgeler yasaklansa mıymış o zamanlardan başlayarak,,,

Alanya’ nın ulaştığı moloz yığını çirkinliğinin, daha o zamanlarda henüz gelişme adımları atan Antalya’ yı ve çevresini tehdit edeceğini  hiç kimse göremedi mi., Bir kent ki o zamanlar nüfusu yüz binlerde ve  denizden gelen serin rüzgârların, iyot kokularının iç bölgelere kadar ulaştığı, arkasına aldığı dağların önünde adeta “ben tarihin ve doğanın tek hakimiyim” diyen bir kent, jeolojik yapısı sünger dokusunda olan, o tarihlerde fosseptiğini zemine süzdüren, üzerinde yer aldığı kara parçasını saygıyla bu güne dek kullanmış, herkesin  bu topraklar üzerinde Misafir olduğunun bilincinde, çevresini tahrip etmeden yerleşmiş bir yapılaşma… işte Antalya bu idi.,

Daha sonraları bile, 70 li yılların ortalarından sonra, o zaman ilk ve çok da popüler olan, sonradan adı Club Med olan Valtur  tatil köyüne giderken yine her şey aynı ve bozulmadan beklemekteydi. O zamanlar, Antalya’ yı Kemer’ e bağlayan kıyı karayolunun çok dar  bazı bölgelerinden geçmek tam bir macera idi. O dönemlerde Antalya’ dan batı istikametinde yola çıktığınızda, Konya altı varyantını eski pozisyonu ile geçer, sol tarafınızda eşsiz bucaksız bir kumsal ve deniz, sağ tarafınızda ise muhteşem bir yeşillik, arkasında da kademeler halinde göğe tırmanan, gökyüzünün Lacivert ve mavinin tonları altında adeta bir optik sanatı gibi  uzaklaştıkça eriyen ve yok olan ihtişamlı dağlar… onları sağınıza alır, bir büyük keyifle bu uzun kumsal şeridinin sonuna doğru gelirdiniz., tam geldiğinizde, aynı muhteşem dağ manzaralarını, kademelerini, bu sefer tam karşınıza alır, hele gün batımına doğru yoldaysanız bir başka dünyaya ulaşıyormuşçasına etkilenirdiniz…

“Bu anlatılandan ne değişmiş olabilir ki” diyeceksiniz,,, bir tarafta kumsal, diğer tarafta yeşiller ve dağlar, ve müthiş estetik görünümler,,, bunlara ne olabilir ki !?

9 ve 10 şubat tarihlerinde, Kemer Göynük bölgesinde yapılan, Kültür Bakanlığımızca düzenlenmiş “Türkiye’ de Tarihi Kent Dokularının Korunması ve Geleceğe Taşınması” adlı sempozyuma, iki numaralı komisyonda görevli olarak gittim. İstanbul’ un yine gri ve soğuk bir gününde, uçağa binip, diğer kapıdan Antalya hava alanına inmek, inanın insana  bir başka enerji veriyor., adeta yeniden her şeye başlamak geliyor içinizden… Hele Güneşli bir havada, ceketinizi kolunuza alarak taksiciye, “Kemer’ e” demek ayrı bir lüks gibi.

Antalya’ ya yaklaşık 3 yıldan bu yana gitmemiştim  Taksi ile hareket ettiğimizde, Antalya’ nın, benim eski Alanya’ m gibi, vazgeçilmez kadere boyun eğmiş olduğunu, daha ilk dakikalarda gördüm. İşlerimi bitirdikten sonra batıya, Kemer istikametine doğru şehirden çıktık !.. hayır, hayır çıkamadık, çünkü şehirde,  hani o güzel kumsal ve sağ tarafındaki yeşillikler vardı ya, işte o sağ taraf tamamen imar edilmiş, yüksek blok apartmanlar, inanılmaz çoklukta dikilmiş, ve sizin denizle irtibatınız zaten kesilmiş. Ne o eski dağları görebiliyor ne de Antalya’ da olduğunuzu hissedebiliyorsunuz., kalmamış ki…

Haydi biraz sonra, yolun sonuna doğru –benim- karşı dağlar çıkar diye bekleye duralım, bu sefer de yerden Mantar gibi yükselmiş, benim “bazı” mimarlarım tarafından ve inanılmaz açılı gönye vs kullanılarak çizilmiş ve rengarenk inşa edilmiş yapılar, benim, hani o gün batısına doğru olan- dağlarımı ve Antalya’ dan çıkılışın sanki simgesini de almış götürmüş beraberinde… Yani Antalya, Batısındaki dağlarla birleşmiş,,, ama kötü birleşmiş,,,  Bu binalara baktığınızda içinizden bir ses, biraz sonra –yere batacaklar- diyor size adeta… hepsi de boş ve adeta birer utanç abideleri gibi sırıtıyorlar boğulmuş kaideleri üzerinde dururlarken…

Otele yerleştikten sonra, şöyle bir çevreyi dolaşayım dedim., Kaldığım resort otel, her şeyi ile gayet lüx., Almanya’ dan kamp için gelen futbol takımlarının, günde iki antrenman yaptıklarını, sekiz ad. saha yapan bir başka kuruluşun, günde ikişer takımdan 16 takımı aynı anda kamp için misafir edebileceğini vs öğrendim., ne güzel haberler bunlar., duyduğum her kişinin ülkeme kazandıracağı dövizlerin,artık ne denli önemli olduğunu daha çok idrak ediyorum bir süreden beri.

Sabahleyin heyecanla başladığım güne sahilde yürüyüşle devam ettim. Yandaki tesisin önünden içeri girdim, ilgiyle yapılanlara baktım., göğsüm kabardı, artık benim ülkemde  bir şeyler yapılıyor inanın… yok edenler olmasa!… Sempozyumun yapılacağı salonda yerimi aldım.

Bir solist, dört keman, iki viyola ve bir kontrbas ile bize verilen enfes müzik ziyafeti için o arkadaşlara ve bu organizasyonu yapanlara teşekkür ederim. Açış konuşmalarından sonra Avrupa tarihi kentler birliği başkanı Louis Roppe, ve arkasından Kültür Bakanımız İstemihan Talay’ ın etkileyici konuşmaları ile konuya ısındık.

Prof. Metin Sözen’ in Koruma Politikalarındaki Yeni  Yaklaşımları ile ilgili, heyecanlı ve bir o kadar da güçlü konuşmasına diğer değerli prof ve katılımcıların, Kültür mirası, Kültürel Kimlik ve Yerel yönetimlerdeki arızalar ve belli yörelerdeki Koruma çalışmalarından, diya eşliğinde gösteriler izledik, etkilendik, neler gördük neler… Ankara’ nın bir belediyesi ( ! ) tarafından kaldırımın üstüne yapılan “uydurma” eski Türk çeşmesini mi, türbe kopyasını mı, yoksa tam göbeğe dikilen Türk ile ilgisi bulunmayan Estergon Kalesini mi dersiniz… Anadolu’ nun Kültür mirası evlerinin Tarihsel öğelerinin sökülerek ( evlerin kapısı, kapının tokmağı, tavanın göbeği… gibi ), yeni ve yaşanmamış binalarda sergilenmeye başlaması, günümüzde temsili resimler ve mimari tiyatrolar oluşturmaya başlatmış bulunmuyor mu ki…

İmar planlarının, koruma amaçlı ve aynı zamanda Turizm planları ile bir bütün olarak hazırlanmasından tutunuz, yine imar planlarının İlla ki şehir plancıları tarafından yapılması gerektiğinden başlayan konuşmalar, neticede; Şehir plancısı, mimar, tarihçi, arkeolog ve biyolog uzmanların de raporlarını taşımak mecburiyetinde olduğu gibi bir kararda sanki mutabık kalındı.

Bir yandan Kültür varlıklarının değerleri, bu değerlerin korunması ve sürdürülebilirliği, korumanın Ekonomik boyutu, korumaya ayrılan parasal kaynaklar, korunan kültür varlıklarının ülke ekonomisine katkısı, değişen yaşam biçiminin ve sosyal değişimin mekana yansıması çağdaş kullanım gereklerinin ve turizm olgusunun mevcut doku ile uyumu tartışılırken diğer yandan da, Tarihi kent dokularının korunması sürecinde koruma kültürünün geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması, ülke ölçeğinde bu konuda gerçekleştirilecek etkinlikler ve bu etkinlikleri gerçekleştirmek için gerekli yasal, örgütsel, parasal, ve eğitsel araçların belirlenmesi, Koruma kültürünün oluşturulmasında ve benimsetilmesinde resmi kurumların, yerel yönetimlerin ve sivil toplum örgütlerinin rolleri vs, hep ele alınan konular olarak benim ülkemce bilinenler olarak yine gündemlerin ana başlıkları idi.

İki gün boyunca yapılan komisyon çalışmalarında ülkemde her şeyin, Üniversitelerce  gayet iyi ve net olarak bilindiği, neyin ne şekilde yapılacağına ilişkin yöntemler hakkında bilgi olduğu, her şeyin kayıt ve dokümanlarının bulunduğu, ancak bu işleri yapanların, uyarlayanların sadece yerel yönetimler, yani belediyeler olduğu, sorunların tamamen oralardaki zaaflardan kaynaklandığı, oralarda yeterli kadroların bulunmadığı, her şeyin Rant kavgası içinde şekillendiği vs  açıkça, bir kere daha ortaya çıktı. Belki de bunu ben böyle görmekteyim., değerli bürokrat kesimi arkadaşların bakış açılarının sanki biraz daha farklı olduğu denebilir.

Ülkem, Tarihi ve Doğal hazineleriyle, sadece denizi, kumu, güneşi ile ayakta olmayan,  çok zengin varlıklara sahip bir ülke. Ve dahası, batı dünyası bu tarihi zenginlikleri görmeyi, gezmeyi istiyor ve bunun için can atıyor., Onlar, bizden çok daha fazla, tahrip ettiğimiz dokularımız için üzülüyorlar.,

Bu ülkenin sadece çıkışı için değil, zengin olması ve müreffeh bir seviyeye erişmesi için Turizminin vazgeçilmez bir ekonomik sektör olduğunu, bu yolda doğru olarak harcanacak her bir doların dört misliyle yurda geri döneceğini, turizm paralelinde İstihdam, ona bağlı olarak Eğitim, ve İnşaat sektörlerinin müthiş canlılık kazanacağını artık daha nasıl anlatalım.

Hem bunlar olursa ben de daha çok “Mimarlık” yaparım,,,

Turhan Kâşo
Y. Mimar
DGSA

Posted in Makaleler-Konferanslar | Leave a comment

Bana Gelin Tüm Zenginler..

BANA GELİN TÜM ZENGİNLER
KALKAN, Türkiye, 15 Ağustos: Kasaba, Akdeniz’in bu canlı koyundan nazikçe yükselirken beyaz badanalı evleri tepelere düzenli düzensiz bir şekilde oturtulmuş görüntüsü veriyor.
Burası bir zamanlar sessizdi ve değişmezdi. Balıkçılar ve zeytin çiftçilerinin arasındaki denge, parlak güneş ve kraliyet mavisi deniz zenginliğin kendisiydi. Bugün ise ölçek daha geleneksel- turist dolarları ve emlak değerleri.
Öğretmenlik mesleğini bırakıp bir tur şirketi açan Hakan Başöz denizin üzerindeki yolda minibüsünü sürerken bir yandan yapılan yeni evleri ve inşaat halindeki küçük otelleri gösterirken “Kalkan bozulmadı ama eğer akıllı davranmazsak bazı şeyler bozulabilir” diyor.
Tüm sene yaklaşık 1500’de kalan nüfusuyla Kalkan hala huzurlu. Tek sıkışıklık marina’ya sık sık gelen yatların oluşturduğu kalabalık. Sezon başına birkaç bin turist geliyor, dükkanları ziyaret ediyor, küçük otellerde yada şık ve lüks bir resort olan Club Patara’da kalıyor.

Turhan Kaşo

Ancak birçok kişi Türkiye’de turizmin bir patlama yaşayacağı görüşünde ve burada, güneybatı Türkiye’de, Akdeniz kıyısındaki insanlar ve diğer yüzlerce kasaba ve şehirdeki insanların hepsi de bu beklenen zenginlikten bir pay almak istiyor.
Beklentiler özellikle yüksek çünkü Türkiye modern tarihinin en kötü ekonomik krizlerinden birisini yaşasa da, turizm gelişmeye devam eden tek sektör. Ziyaretçi sayısı geçen seneye göre yüzde 20 artmış, rekor sayıda 12.5 milyon turist ve 10 milyar dolarlık gelir bekleniyor.

Hükümet temsilcileri turizmi ülkenin çıkışı olarak gösteriyor ve önümüzdeki dört beş sene içinde ziyaretçi ve gelirlerin ikiye katlanacağını savunuyorlar. Daha alçakgönüllü tahminler bile kararlı çift rakamlı büyümeler öngörüyor. “Önümüzdeki sene ve sonrasında daha yüksek kaliteli turizmle daha iyi kapasite sağlayarak daha yüksek rakamlar hedefliyoruz” diyor İstanbul’daki Türkiye Seyahat Acenteleri BirliğininAraştırma Geliştirme Başkanı Cengiz Yücel.
Avrupalılar Türkiye’yi, özellikle de bu sene gerçekleşen Türk parası devalüasyonu nedeniyle, bol güneşli ama son derece uygun fiyatlı bir tatil mekanı olarak görüyorlar. İndirimli turlarla geliyor ve zamanlarını Ege ve Akdeniz sahillerinde geçiriyorlar. En çok Almanlar geliyor. İstanbul ve tarihi bölgeleri geçerek güney Türkiye’nin Akdeniz sahilindeki her şey-dahil tatil köylerini dolduruyorlar. Almanlardan sonra Ruslar ve İngilizler, bunun ardından Hollandalı ve Fransızlar geliyor. Amerikalılar ise altıncı sırada ve her yıl yaklaşık 500.000 turist olarak geliyorlar. Genelde bireysel olarak yada küçük gruplarla geziyorlar, İstanbul’a ve tarihi mekanlara da gidiyorlar.
Amerikalılar diğer turistlerden daha fazla para harcıyor- öyle ki Türkiye Merkez Bankası’na göre bir Amerikalı kişi başına 1268 dolar harcarken, Almanlar 769 dolar, Ruslar ise 502 dolar harcıyor. Hükümet bu sene uygulamaya koyacağı 30 milyon dolarlık teşvik bütçesi ile uygun fiyatlı turlarla gelen turistleri korurken, ABD, Japonya ve diğer uzak ülkelerden gelecek daha zengin turistlere de hitap etmek istiyor. Yeni yapılaşmanın büyük bölümü üst sınıf turistlere yönelik ve muhteşem sahiller yanında tarihi zenginliklere de vurgu yapıyor.
Turizm endüstrisi 1980’lerde hükümet tarafından uygulanan ucuz krediler ve özel yatırımcılara sağlanan vergi kesintileri sayesinde gelişti. Hükümet ve yatırımcıların büyüme hareketinde nasıl davranacakları Kalkan gibi yerlerin geleceğini etkileyecek.
Kristal berraklığındaki sularda sürat motoru ile yol alan Turhan Kâşo Kalkan koyununun güney ucunda tepeye yapılan yeni yola işaret ediyor: “Bu korkunç bir hata. Sadece birkaç kişi için ev yapmak için herkesin manzarasını bozacaklar”.
İstanbullu bir mimar olan Turhan Kâşo Kalkan’a ilk defa 1986’da gelmişti. Bölgede tepelere oyulmuş muhteşem Likya mezarları ve birçok başka antik yapılar olmasına rağmen o, dalabileceği bir yer arıyordu. Koyun dışındaki küçük adaların civarında dalabileceği çok güzel yerler buldu ve buraya daha sonra birçok kereler tekrar geldi. 1980’lerde iş hayatına başladığında rüyası da şekillenmeye başlamıştı. Bu rüya, 250 villa ve 60 odalı bir otelden oluşan ve koyun karşısındaki bir tepeye oturttuğu Club Patara’yı doğurdu. Burası, Antalya’nın daha güney kısımlarında görülen aşırı yapılaşma ve kalabalık görüntüyle büyük bir tezat teşkil ediyor. Turhan Kâşo yumuşak kıvrımlara sahip binalarında doğal taşlar, bol bol yeşillik ve topraklar kullanarak resortun ortama uyumlu bir görüntü kazanmasını sağladı. Ağaçlar ve rüzgarlı yollar evleri gizliyor. “Buraya gelme sebebimi yok etme gibi bir düşüncem yok” diyor Kâşo teknesini limana doğru döndürürken: “Benim de burada bir evim var”.

Club Patara’nın açılmasının ardından geçen on yıl içinde Kalkan küçük bir kırsal kasabadan bir turist kasabasına doğru yavaş ama kararlı bir geçiş süreci yaşamış. Bir zamanlar keçiler ve koyunların durduğu köy evlerinin zemin katları temizlenmiş ve restoranlar ve halı dükkanlarına dönüşmüş. Birçok daha büyük ev küçük otellere dönüşmüş. Hepsinin çatı katı restoranı ve İngilizce menüleri var. Ticari balıkçılık yerine tekneler spor amaçlı balıkçılık yada dalma için kullanılıyor. Büyüme köy sınırlarını aştıkça bazı insanlar da endişelenmeye başlamış. Başöz 20 mil ötede kontrolsüz yapılaşmanın tüm çekiciliği yok ettiği daha büyük bir kasabadan bahsediyor. O ve diğerleri Kalkan’daki gelişmeyi sınırlayacak bir temel kurmuşlar. Belediye başkanı ve diğer sivil liderler sınırlamalardan dolayı memnun. Ama turist dolarlarının çekiciliğine karşı koymak da kolay değil.
“Amcamın 300.000 m2 arazisi var, koyun diğer ucunda yer alıyor ve burayı satmak istiyor” diyor Başöz, “Ona beklemesini ve düzenli bir şekilde büyümemiz gerektiğini söylüyorum. Ama beklemek zor.”

Posted in MEDYA'da Turhan Kâşo | Leave a comment

29 Yıl Sonra Gökova

Resmin büyük görüntüsü için üstüne tıklayınız.

Yeşilliğin, güneş ışınları altındaki çırpıntılarıyla oynaşan denizin mavisiyle birleştiği kıyıda rengarenk şemsiyelerin dizildiğini zannettim. Lakin yaklaştıkça netleşen görüntülerin, bir de ne göreyim, renkli çöp poşetlerinden başka şeyler olmadığı çıktı ortaya, mavi, sarı, turuncu, beyaz rengarenk çöp poşetleri. İlk defa 29 yıl önce geldiğim Gökova Körfezi’nde her biri cennetten bir köşe Çatı Koyu’na gidiyorduk.

Benim için dünyada insanlar Gökova’yı görenler ve görmeyenler olarak ayrılabilirler. Bu şansı yakaladığımızdan bu yana son sekiz yıla kadar her sene geldim. İlk sene kalabalık bir arkadaş topluluğu ile ( galiba on altı kişi ) on iki metre boyunda bir triandille açılmıştık denize, hem ay tutulmuş,  deniz de çalkaltılıydı. Çökertmeli İbrahim Kaptan’ın teknesinde hepimiz bir bankta bir köşede uyuyor, büyük balıklar avlıyor, onları yiyor, kaptanın balık pişirdiği tencerede daha sonra kaynattığı su ile de çayımızı içiyorduk. İnanın herşey çok lezzetliydi. Ballısu Koyu’nda buz gibi su ile yıkanmış, birbirimize kovalarla su dökmüştük. Bir akşam Löngöz Koyu’nda minik çadırlarını kurmak isteyen arkadaşlarımızı, grubun lideri konumundaki ünlü tiyatrocu Mehmet Bey, yakmak istedikleri ateşten ötürü ciddi bir biçimde uyarmış, mani olmuştu. Ne küçük bir balığa zıpkın atardık ne de denize yabancı bir madde…Daha sonra Can Kaptanla tanışma şansı yakaladım ve hep Ülküm yatıyla çıktık Gökova’ya, yelken mi açmadık, balıkçının koyda getirdiği canlı balıkları, tirsiyi biraz sonra tuzlayıp bize ikram mı etmedi Can Kaptan; hasılı Gökova’yı onunla yaşamak, öğrenmek büyük zevk ve şanstı. Yıllar boyu birçok dostum, denizi, tabiatı seven bir sürü arkadaşımı getirdim Gökova’ya kimi tekne aldı, kimi yerleşti bile… Bu kez Kaya Erkkul ve sevgili eşi Oya ile beraberiz ben ve Zülal.

Bekar Limanı’ndan noylon çöp poşetleriyle belirlenmiş kara ve deniz birleşimi çizgisinin teknemizden çıkıp dolaşabileceğimiz kısmı ise yine bir aile ( kavim) tarafından ele geçirilmiş. Keçiler, tavuklar, yaklaşık on çocuk vs ve bir balıkçı kayığı. Temizlikten, estetikten, çevre korumaktan söz etmek ne mümkün?… Serde balık adamlık ve dalış sevgisi var ya şnorkelimi, gözlüğümü takıp şöyle bir güzellikleri seyredeyim dedim. Dip ve doku yine güzel lakin, bu sefer farklı, yeni enstrümanlar var dipte pet şişe, meşrubat tenekeleri, plastik kova gibi

Hatırlıyorum da o yıllar bazen bir rakı, şarap şişesi görsek yadırgardık. Şimdi onlar anfor olmuş, ayrıca da dip örtüsü ile bütünleşmiş bile.

Bodrum tipi Gulet’imizin boyu 22m; hemen orada tanıştık, kiraladık ve çıktık denize.

Turhan Kâşo

Resmin büyük görüntüsü için üstüne tıklayınız.

Sahipleri çok kibar insanlar, Muhammed Kaptan Gümüşlüklü, ahçı ve kaptanın birinci adamı Murat, askerliğini Tatvan’da yapmış ve henüz terhis olmuş. Orhan ise gemici, lise sona geçmiş ve ilk charterını bizimle yapıyor. Onları dikkatlerinden, güzel servislerinden ve güler yüzlerinden dolayı kutluyor, kendilerine teşekkür ediyorum.

Çatı’dan çıktıktan sonra Yedi Adalar’a Kambur Kemal’in Küfre’de,  günlük ağaçlarının altındaki evine gidip ziyaret edelim dedik. Birkaç yatın yanında kendimize yer bulup, Muhammed Kaptan’ın usta manevralarıyla zinciri sancaktan funda edip kıçtan koltuk aldık kıyıdaki çam ağacından; bir ara ‘’ ağaç şimdi çatırdayıp kökünden kırılacak ‘’ diye düşündüm ama bir şey olmadı, öylesine sarıldı ki kökleriyle kayaların arasına kimse onu yıkmasın diye, o bile korkar olmuş gelenden gidenden… Deniz Küfre’de yirmi dokuz yıl önceki gibi yine koyu renk, renksiz ve biraz da bulanık gibi. Zira günbatışı, koltuk aldığımız yamacın arkasında kalır ve güneş almaz buradaki sular… Hele dip de otluktur ki tam karanlık görünür deniz bu tarafta. İleride sağda birşeyler arayan şnorkelli birkaç gencin arkasında sahile kadar indirilmiş hafriyat halindeki yoldan geldiği anlaşılan bir otomobil, bagajını da açmış, ailece güzel bir piknikteydi. Gökova Körfezi’nde çıkan o yüreklieri yakan yangınlardan sonra bolca orman yolları açılmış anlaşılan.  O güzelim denizin çamlarla birleştiği kıyı çizgisindeki bu ham görüntü bana oraların artık dokuz yıl dahi dayanamayacağının işaretini verdi. Bizde bir yere yol gitti mi hemen çirkinlikler başlar. Kaderimizde mi vardır nedir. Çıkamadık karaya,  yürüyemedik o güzel yeşilliklerin arasından  Kemal Bey’in günlük ağaçlarının arasındaki o güzel yerine; bize bal ikrama etmişti teyze de hamurişleri yapmıştı bir zamanlar. Ertesi sabah erken demir aldık ve kahvaltımızı Tuzla Koyu’nun turkuvaz sularında keyifle yaptık; yumurtaları, sütü,  balı öylesine bir istekle yedim ki.

Turhân Kaşo

Resmin büyük görüntüsü için üstüne tıklayınız.

Löngöz, sevgili dostlarımıza göstermek istediğimiz, fiziki yapı olarak da farklı bir yerdir, rotayı oraya çevirdik. Amerikan filmlerinde hep görülen çam ağaçlarının çevrelediği koya dikkatle girmelisiniz. Uzun ve ileride sığlayan bir koy ve nehir gibidir Löngöz. Sancak tarafındaki yeni yııntılarda ateş yakıldığı da görülüyordu. Yine kıçtan koltukla ipi çam ağacına bağlarken yıkımı yapılmış olan bu sufli binanın parça parça tuğla bloklarının denize yuvarlandığını, dipte verdiği çirkin görünümlerle ağlayan örtüyü gördüm.

İleride dipte Ali Baba’nın da yerini gösteren tabelaya takıldı gözümüz. Yola koyulduk ve biraz leride daha önce Tuzla’da karşılaştığımız adına ‘’ çöp evi ‘’ dedikleri 3m x 3m ebatlarındaki binayı gördük, tabii ki içerisi pislik dışarısı ise yine çöp poşetleri ve çöplerle doluydu. Hem de 20 – 30m çevresinde yani anlayacağınız bu çöpevlerini bu yatların çöpleri konsun diye yapmışlar ama bir takım yanlışlar var. Sadece yapmak ülkemizde yetmiyor, önce doğruyu yapmalı sonra da bir denetim servisini vermelisiniz. En azında bizim millete!… Biraz daha ilerleyince koyun dibindeki yapılar ve ‘’yayılış’’  göründü. Ev yapılmış, çevre tellerle çevrilmek üzere malzemeler hazır yine oraya kadar da gelen otomobilleri, atıklar, gereçler vs. / vs. Hiç oralı olmadan ( belli ki girip birşeyler içmemizi bekliyorlar ama o hareket de yok ) pas eçip ilerledik. Tuğla yapıyı gördük, yaklaşmak üzere iken bir kangal köpeği üzerimize havlayarak gelmek istedi. Taşlar atarak ‘’ hoşt ‘’ diye bağırarak eşlerimizle kaçtık. Ama gayet de bir yapılaşma ile yayılmışlar etrafa… Döndük yaşlı adam, kadın ve esas adama, ‘’ orada yapılan bina nedir ‘’ diye sorduğumuzda ‘’ gendimize ev yapıyoruz ‘’ diye cevapladılar. Telleri sorunca da ‘’ geçiler çiçekleri yemesinler ‘’ diye çevirdiklerini ifade ettiler. Ben yine dayanamayıp ‘’ yapamazsınız  ‘’ … vs gibi  laflarla kendilerini ikaz ettim. ‘’ Bizim tapulu malımız ‘’ dediler. Rahmetli Cumhurbaşkanımız Özal bir seferindeikaz etmişve o zaman yıkmışlar. Sonra orman şefi, dediklerine göre – kendilerine kısıtlı müsaade vermiş… Ballısu’yun bulunduğu koyun bir üstündeki koyda , Marmaris’ten ünlü bir otelcinin (!?) ev vs. yaptırdığını, kendine örnek olarak verdi. İkazımı, tehtidlerle besleyerek ayrıldım oradan.

Yine çöplerin arasından yürüyüp yıkıntı ve sudaki tuğla blokları görmemeye çabalayarak bindik teknemize.

Bir alışkanlığım vardır hiç kamarada yatmadım. 29 yıldır özellikle gulette ‘’keç’’ tipini tercih etmemin nedeni ise arka kaenpenin çok geniş ve derin olmasındandır. Yattığınız zaman boy verir yastıklar size. Yine aynını yaptım, sıkı giyinip üzerime de rüzgarlığımı geçirdim koydum başımı yastığa. Bir tablo düşününüz ki ön planda muhteşem bir çam ağacı ve arksı binlerce yıldız hem de ışıl ışıl…

Sabah güneşin ilk ışıklarıyla uyandığımda, Löngöz bir başka güzeldi, ama suya doğru baktığımda tuğla bloklar yine oradaydılar.

İngiliz Limanı, adını İkinci Dünya Harbi’nde Almanlar’dan gizlenen bir İngiliz

Turhan Kâşo

Resmin büyük görüntüsü için üstüne tıklayınız.

muhribinden alır. Önce koyun açığındaki adada demirleyyip yüzdük, ben yine biraz dipteki güzellikleri sindirmeye çalıştım. Yavru bir orfoz kantlarını çırpa çırpa bana doğru baktı. Bir yavru lagos da vücudundaki muntazam çizgileri ile kıvrılarak günün ilk tadını çıkartıyordu. Belki de günü ilerleyen saatlerinde hedef olacağı zıpkını şimdiden biliyormuş gibi… Girişi çok geniştir İngiliz Limanı’nın; bilmeyen zora düşebilir. Yine iskele baş omurluktan baktığımda güzelim çam ormanlarının süslediği yamaçlarında açılan yolları  ve en kötüsü park etmiş otomobilleri gördüm. Biraz ileri de bir tane daha ; makineme teleobjektifi takıp katıt ettim bu çok basit, olmamasının çok kolay sağlanabileceği acıklı – tezat görüntüleri. Dedim ya son on yıldır gelmemiştim Gökova’ya, esasen herşey aynı güzellikteydi , yıllar önceki yangını – yangınlarını bile örtmüştü –  Gökova yamaçlarının İngiliz Limanı’nın  harika tabiatı , tabiiki söylememe hacet yok, yine renkli çöp poşetleri tüm kıyılarda bir çizgi oluşturmakta. İleride sancak tarafındaki muntazam iskele ve ardındaki binayı sorduğumda rahmetli Özal’ın evi olduğunu öğrendim. İşte belki de söylemeye çalıştığım da bu ya , ne kadar da yakışıyor, hiç değilse sahiplenme düşüncesi  altında bir şeylere yön verilmişti, önünden saygıyla geçip Malderesi’ndekki iskeleye demirledik. Akşam da kaptanın gündüz çıkarttığı ahtapotları afiyetle yedikten sonra sabahın erken saatlerinde , güneş doğmadan ver elini Oraklar Adası.

Bugün Pazar, günübirlik teknelerle gelenler çok oldu Bodrum’dan, bu son satırları yazarken Yetimoğlu da ‘’  funda emir ‘’ dedi. 70’li yıllarda gelmiştik Fazılla karar vermişti Bodrum’da yaşamaya, önce Yetimoğlu’nu almış arkasından inşa ettirdiği diğer ikisi ile yüzlerce insana güzellikleri tattırma zevkini sağlamıştı. Lakin Türkiye bir garip, Fazıl şimdi İstanbul’daki fabrikanın başında, gemileri ise Ayfer kontrol ediyor.

Hepinize teşekkürler, varol Gökova; umudum, insanlar önce öğrensin sonra gelsinler seni görmeye.

Turhan Kâşo

Y. Mimar

Posted in Makaleler-Konferanslar | Leave a comment