1960 lı yılların sonlarıydı. Marmaris’ten Antalya’ ya hareket ediyordum. O sabah erken vurduğum Orfoz balığı en az 2.5 kilo idi. Güzel Sanatlar Akademisi Y. Mimarlık bölümü 3. cü sınıf talebesi ve aynı zamanda Türk Balıkadamlar Kulübünün iyi bir deniz seveni idim.
iskelesinden gün boyu denize atlar, plajla yetinmezdik o günlerde. Plaj yolu no dokuz’ daki villamız adeta bir doğa parçası, çam ağaçları içinde idi. Bir gün bizi gelip iskeleden toplayan Balıkadam ağabey, o günden sonra bizleri istikbalin kofanaları gibi yetiştirmeye başladı.
O gün başlayan denizaltı merakı, daha öncelerden gelen doğa ve en önemlisi bina ve imar merakımı artık daha geniş bir bütünlüğe adeta yufka gibi yaydı. Balığı sadece zıpkınla, ve bir mücadelenin sonunda vurur, gece karanlığında fenerle, veya tüple av yapanları aklımıza getirmezdik., zaten bunun, bir ayıp ve kalleşlik olduğunu bilirdik., ama bir çok konuda yaşamı ve çevreyi aynı bakış ve anlayış ile tadar, karşılardık. Ve sonunda kazanan hep yine bizdik…
Antalya’ ya o zamanlar Korkuteli üzerinden gidilebiliyordu., Kalkan ve Kaş’ a girmek imkânsız, yollar taşlı ve zorlu idi.
Önce Fethiye’ ye gelmiştik, koyu dolanıp şimdiki büyük tatil beldesinin içindeki Çam ağaçlarının sıklığından girememiş, ağustos böceklerinin zırıltısı ve güzelim çam kokuları arasında çevrenin güzelliği, oturtma çatılı, kiremitli evleri ile her şey bize çok doğal, keyif verici gelmişti., ancak bunlar, 60 lı yılların sonunda zaten büyük sürpriz değildi. Hatırlıyorum da bir tek köy evi yoktu birinci kat betonu bitirilmiş, ikinci katın filizleri ile tırmanmayı bekleyen…
Yol boyu güney Anadolu ve Akdeniz kültürü, özgün mimarisi, çevre ile uyum içinde yaşayan bir kültür mirası ile birlikte yolculuk ettik., Korkuteli’ nden Antalya’ ya, oradan da Alanya ve Silifke’ ya kadar uzandık., Alanya Kalesinde çektiğim fotoğraflar herhalde artık tarih oldu., zira bir çok resim veya ilanlarda Alanya’ nın halini görüyorum., yürekler acısı… Hep bir şey söylerim; acaba bize çok mu geldi bu ülke., yani başka bir deyişle “bol mu geldi” bu güzel vatan., Yaşamasını bilmeyen, kullanmaya ehliyeti olmayan, korumanın ne büyük bir ekonomik değer olduğunu, torunlarına ne büyük ekonomik miraslar bırakabileceğini bilmeyen bu topluma acaba bu bölgeler yasaklansa mıymış o zamanlardan başlayarak,,,
Alanya’ nın ulaştığı moloz yığını çirkinliğinin, daha o zamanlarda henüz gelişme adımları atan Antalya’ yı ve çevresini tehdit edeceğini hiç kimse göremedi mi., Bir kent ki o zamanlar nüfusu yüz binlerde ve denizden gelen serin rüzgârların, iyot kokularının iç bölgelere kadar ulaştığı, arkasına aldığı dağların önünde adeta “ben tarihin ve doğanın tek hakimiyim” diyen bir kent, jeolojik yapısı sünger dokusunda olan, o tarihlerde fosseptiğini zemine süzdüren, üzerinde yer aldığı kara parçasını saygıyla bu güne dek kullanmış, herkesin bu topraklar üzerinde Misafir olduğunun bilincinde, çevresini tahrip etmeden yerleşmiş bir yapılaşma… işte Antalya bu idi.,
Daha sonraları bile, 70 li yılların ortalarından sonra, o zaman ilk ve çok da popüler olan, sonradan adı Club Med olan Valtur tatil köyüne giderken yine her şey aynı ve bozulmadan beklemekteydi. O zamanlar, Antalya’ yı Kemer’ e bağlayan kıyı karayolunun çok dar bazı bölgelerinden geçmek tam bir macera idi. O dönemlerde Antalya’ dan batı istikametinde yola çıktığınızda, Konya altı varyantını eski pozisyonu ile geçer, sol tarafınızda eşsiz bucaksız bir kumsal ve deniz, sağ tarafınızda ise muhteşem bir yeşillik, arkasında da kademeler halinde göğe tırmanan, gökyüzünün Lacivert ve mavinin tonları altında adeta bir optik sanatı gibi uzaklaştıkça eriyen ve yok olan ihtişamlı dağlar… onları sağınıza alır, bir büyük keyifle bu uzun kumsal şeridinin sonuna doğru gelirdiniz., tam geldiğinizde, aynı muhteşem dağ manzaralarını, kademelerini, bu sefer tam karşınıza alır, hele gün batımına doğru yoldaysanız bir başka dünyaya ulaşıyormuşçasına etkilenirdiniz…
“Bu anlatılandan ne değişmiş olabilir ki” diyeceksiniz,,, bir tarafta kumsal, diğer tarafta yeşiller ve dağlar, ve müthiş estetik görünümler,,, bunlara ne olabilir ki !?
9 ve 10 şubat tarihlerinde, Kemer Göynük bölgesinde yapılan, Kültür Bakanlığımızca düzenlenmiş “Türkiye’ de Tarihi Kent Dokularının Korunması ve Geleceğe Taşınması” adlı sempozyuma, iki numaralı komisyonda görevli olarak gittim. İstanbul’ un yine gri ve soğuk bir gününde, uçağa binip, diğer kapıdan Antalya hava alanına inmek, inanın insana bir başka enerji veriyor., adeta yeniden her şeye başlamak geliyor içinizden… Hele Güneşli bir havada, ceketinizi kolunuza alarak taksiciye, “Kemer’ e” demek ayrı bir lüks gibi.
Antalya’ ya yaklaşık 3 yıldan bu yana gitmemiştim Taksi ile hareket ettiğimizde, Antalya’ nın, benim eski Alanya’ m gibi, vazgeçilmez kadere boyun eğmiş olduğunu, daha ilk dakikalarda gördüm. İşlerimi bitirdikten sonra batıya, Kemer istikametine doğru şehirden çıktık !.. hayır, hayır çıkamadık, çünkü şehirde, hani o güzel kumsal ve sağ tarafındaki yeşillikler vardı ya, işte o sağ taraf tamamen imar edilmiş, yüksek blok apartmanlar, inanılmaz çoklukta dikilmiş, ve sizin denizle irtibatınız zaten kesilmiş. Ne o eski dağları görebiliyor ne de Antalya’ da olduğunuzu hissedebiliyorsunuz., kalmamış ki…
Haydi biraz sonra, yolun sonuna doğru –benim- karşı dağlar çıkar diye bekleye duralım, bu sefer de yerden Mantar gibi yükselmiş, benim “bazı” mimarlarım tarafından ve inanılmaz açılı gönye vs kullanılarak çizilmiş ve rengarenk inşa edilmiş yapılar, benim, hani o gün batısına doğru olan- dağlarımı ve Antalya’ dan çıkılışın sanki simgesini de almış götürmüş beraberinde… Yani Antalya, Batısındaki dağlarla birleşmiş,,, ama kötü birleşmiş,,, Bu binalara baktığınızda içinizden bir ses, biraz sonra –yere batacaklar- diyor size adeta… hepsi de boş ve adeta birer utanç abideleri gibi sırıtıyorlar boğulmuş kaideleri üzerinde dururlarken…
Otele yerleştikten sonra, şöyle bir çevreyi dolaşayım dedim., Kaldığım resort otel, her şeyi ile gayet lüx., Almanya’ dan kamp için gelen futbol takımlarının, günde iki antrenman yaptıklarını, sekiz ad. saha yapan bir başka kuruluşun, günde ikişer takımdan 16 takımı aynı anda kamp için misafir edebileceğini vs öğrendim., ne güzel haberler bunlar., duyduğum her kişinin ülkeme kazandıracağı dövizlerin,artık ne denli önemli olduğunu daha çok idrak ediyorum bir süreden beri.
Sabahleyin heyecanla başladığım güne sahilde yürüyüşle devam ettim. Yandaki tesisin önünden içeri girdim, ilgiyle yapılanlara baktım., göğsüm kabardı, artık benim ülkemde bir şeyler yapılıyor inanın… yok edenler olmasa!… Sempozyumun yapılacağı salonda yerimi aldım.
Bir solist, dört keman, iki viyola ve bir kontrbas ile bize verilen enfes müzik ziyafeti için o arkadaşlara ve bu organizasyonu yapanlara teşekkür ederim. Açış konuşmalarından sonra Avrupa tarihi kentler birliği başkanı Louis Roppe, ve arkasından Kültür Bakanımız İstemihan Talay’ ın etkileyici konuşmaları ile konuya ısındık.
Prof. Metin Sözen’ in Koruma Politikalarındaki Yeni Yaklaşımları ile ilgili, heyecanlı ve bir o kadar da güçlü konuşmasına diğer değerli prof ve katılımcıların, Kültür mirası, Kültürel Kimlik ve Yerel yönetimlerdeki arızalar ve belli yörelerdeki Koruma çalışmalarından, diya eşliğinde gösteriler izledik, etkilendik, neler gördük neler… Ankara’ nın bir belediyesi ( ! ) tarafından kaldırımın üstüne yapılan “uydurma” eski Türk çeşmesini mi, türbe kopyasını mı, yoksa tam göbeğe dikilen Türk ile ilgisi bulunmayan Estergon Kalesini mi dersiniz… Anadolu’ nun Kültür mirası evlerinin Tarihsel öğelerinin sökülerek ( evlerin kapısı, kapının tokmağı, tavanın göbeği… gibi ), yeni ve yaşanmamış binalarda sergilenmeye başlaması, günümüzde temsili resimler ve mimari tiyatrolar oluşturmaya başlatmış bulunmuyor mu ki…
İmar planlarının, koruma amaçlı ve aynı zamanda Turizm planları ile bir bütün olarak hazırlanmasından tutunuz, yine imar planlarının İlla ki şehir plancıları tarafından yapılması gerektiğinden başlayan konuşmalar, neticede; Şehir plancısı, mimar, tarihçi, arkeolog ve biyolog uzmanların de raporlarını taşımak mecburiyetinde olduğu gibi bir kararda sanki mutabık kalındı.
Bir yandan Kültür varlıklarının değerleri, bu değerlerin korunması ve sürdürülebilirliği, korumanın Ekonomik boyutu, korumaya ayrılan parasal kaynaklar, korunan kültür varlıklarının ülke ekonomisine katkısı, değişen yaşam biçiminin ve sosyal değişimin mekana yansıması çağdaş kullanım gereklerinin ve turizm olgusunun mevcut doku ile uyumu tartışılırken diğer yandan da, Tarihi kent dokularının korunması sürecinde koruma kültürünün geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması, ülke ölçeğinde bu konuda gerçekleştirilecek etkinlikler ve bu etkinlikleri gerçekleştirmek için gerekli yasal, örgütsel, parasal, ve eğitsel araçların belirlenmesi, Koruma kültürünün oluşturulmasında ve benimsetilmesinde resmi kurumların, yerel yönetimlerin ve sivil toplum örgütlerinin rolleri vs, hep ele alınan konular olarak benim ülkemce bilinenler olarak yine gündemlerin ana başlıkları idi.
İki gün boyunca yapılan komisyon çalışmalarında ülkemde her şeyin, Üniversitelerce gayet iyi ve net olarak bilindiği, neyin ne şekilde yapılacağına ilişkin yöntemler hakkında bilgi olduğu, her şeyin kayıt ve dokümanlarının bulunduğu, ancak bu işleri yapanların, uyarlayanların sadece yerel yönetimler, yani belediyeler olduğu, sorunların tamamen oralardaki zaaflardan kaynaklandığı, oralarda yeterli kadroların bulunmadığı, her şeyin Rant kavgası içinde şekillendiği vs açıkça, bir kere daha ortaya çıktı. Belki de bunu ben böyle görmekteyim., değerli bürokrat kesimi arkadaşların bakış açılarının sanki biraz daha farklı olduğu denebilir.
Ülkem, Tarihi ve Doğal hazineleriyle, sadece denizi, kumu, güneşi ile ayakta olmayan, çok zengin varlıklara sahip bir ülke. Ve dahası, batı dünyası bu tarihi zenginlikleri görmeyi, gezmeyi istiyor ve bunun için can atıyor., Onlar, bizden çok daha fazla, tahrip ettiğimiz dokularımız için üzülüyorlar.,
Bu ülkenin sadece çıkışı için değil, zengin olması ve müreffeh bir seviyeye erişmesi için Turizminin vazgeçilmez bir ekonomik sektör olduğunu, bu yolda doğru olarak harcanacak her bir doların dört misliyle yurda geri döneceğini, turizm paralelinde İstihdam, ona bağlı olarak Eğitim, ve İnşaat sektörlerinin müthiş canlılık kazanacağını artık daha nasıl anlatalım.
Hem bunlar olursa ben de daha çok “Mimarlık” yaparım,,,
Turhan Kâşo
Y. Mimar
DGSA